Thursday, January 29, 2009

23 nisan 2003 - Mustafa Altıoklar roportajı

MUSTAFA ALTIOKLAR RÖPORTAJI

Tarih: 23 Nisan 2003
Yer: Bebek Kahvesi




F- Merhabalar “O Şimdi Asker” filmi beşinci uzun metrajlı calışmanız, bu filmleri çekmeden önce muhtemelen Türk sinema tarihinden ve karakterlerden de etkilenmissinizdir, mesela size bazı isimler sorsam ve onlar hakkında fikirlerinizi söyleseniz.. Muhsin Ertuğrul’dan başlayalım:

M- Öncelikle ben sunu acıklayayım kendim sinemaya atılmadan once Türk Sinemasından cok fazla etkilenmedim diyebilirim. Ancak bir kaç örnek vererek zaman kaybını engelleyebiliriz. Öncelikle Metin Erksan’dır beni en cok etkileyen isim, ayrıca Türk Sineması veya Dünya Sineması olarak da pek fazla bir ayrım içerisinde değilim. Bende iz bırakan yönetmenlerin basındaki Metin Erksan’ın da kendi calısmalarındaki “film noir” tadı ve titiz çalışmaları beni etkilemiştir. Tabii Dostoyevski romanlarındaki karakter tanımlamalarını andıran sineması, çözümlemelerinde derinlere inme eğilimine rağmen izleyiciye de düşünme payı bırakan tarzı da çok çarpıcıdır. Ayrıca filmlerinde kontrast dengesini uygulama biçimi de bıçak gibi ve etkileyicidir.

F- Peki Metin Erksan dedik onunla devam edelim, kendisi sinemayı bıraktıktan sonra eleştirmenliğe soyunup acımasız eleştiriler yapmıştır dönemin sineması hakkında, peki siz de çağdaş Türk sinemasına onun gibi böyle eleştirel bir gözden baksaydınız bu kadar acımasız olur muydunuz? Ayrıca Türkiye’de sinema eleştirmenliğinin düzeyi iyi bir boyutta mı?

M- Kesinlikle iyi bir boyutta değil. Metin hoca’ya gelince, onun yorumları gerçekten sinematografik değerler ve analitik bir bakış üzerineydi. Ben, Türkiye’de şu anda eleştirmenlik müessesesinin öyle yürümediğinin farkındayım. Türkiye’de de eleştirmenlik, yapılacak olan projelere ışık tutmak üzerine yapılandırılmalıdır ama hayatında hiçbir şey yapmamış birilerinin yapılmış ve bitmiş bir iş üzerine kılavuzluk yapması pozisyonunda olmamalıdır. Eleştirmenlik açıkca fonksiyonel olmalıdır. Fonksiyonel olmayan bir eleştiriyi ve eleştirmeni ben yüzeysel ve kişisel varoluşunu kanıtlamaya çalışan birisi olarak görüyorum.

F- Sizce eleştirmenler bir gövde gösterisi mi yapıyorlar?

M- Hayır çünkü bir gövde dahi yok, beyazperdenin arkasından silik kimliklerini açığa çıkartmadan gizli gizli siperden bomba atmaya benziyor Türkiye’de eleştirmenlik. Genelde Türkiye’de yapısal eleştiriler olmuyor ve konuyu siyasal boyutlara falan çekmeye çalışıyorlar. Herşeyden once eğer eleştirmenler demokratik olduklarını düşünüyorlarsa herkesin basma kalıp ve tek tip film çekmesini beklememelidirler. Eleştirmenler tek kalıba sıkışıp kalıyorlar.

Tabii Genç kusak elestirmenler piyasaya girdikçe biraz daha farklı sesler ve farklı dokulara rastlar olduk ama yine de genc kusağın derinliği konusunda da suphelerim yok değil.

F- Belki zamanla Türkiye’de bir sinema eleştirmenliği aristokrasisi oluşabilir, nasıl son zamanlarda yönetmenler de entellektüel bir bakış yakalayabildiyse, bu gelişimle birlikte eleştirmenlik müessesi de gelişebilir, öyle değil mi?

M- Umarım başkasının yaptığı işten geçinmeye kalkmaktansa, sinema camiasının içinde olarak ülkemiz sinemasına katkıda bulunabileceklerinin farkına varırlar.

F- Peki sizce Metin Erksan’ın yaptığı da olması gerektiği gibi mi? Sinemayı bıraktıktan sonra eleştirilerini yöneltiyor?

M- Hocanın yaptığı eleştiriler çok yol gösterici eleştirilerdir. Altı boş cümleler kullanmaz, nesnel derinlikte neler yatıyorsa onları sıralamıştır arka arkaya… Yeni dönemde dahi böyle şeyler göremiyorum ne yazık ki… Yazıların çoğu sağdan soldan alıntı ve tercüme metinler üzerine kurulu oluyor.
Hatta günümüzde eleştirmenler olaylara tamamen kişisel yaklaşıyorlar. Eğer bi filmin yönetmenine veya senaristine gıcıklarsa tamamen bu hislerle yazılarını yazıyorlar.
Ben şahsen eleştirmenlerin kendi filmlerime gelmelerini istemiyorum. Madem beğenmiyorlar filmlerimi, o zaman gelmesinler. Zaten bu da toplumsal bir görev değil, toplumun ona vermiş olduğu bir görev yok.. kendi kendilerine görev veriyorlar. O yüzden filmlerime gelip 2 saat azap çekmesinler..

F- Peki kimi yönetmenler var ilk günden itibaren eleştirmenler tarafından destekleniyorlar, sizin gibi kitlelere ulaşan filmleri çekenler ise acımasız eleştiriler alabiliyor, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?

M- Eleştirmenler immatürler çünkü zaten matür (olgun) olsalar eleştirmen olmazlar. Kendileri bir matürite seviyesine ulaşmış olsalar yaratıcı olacaklar, ama değiller. O yüzden benim onlardan ricam beni görmemeleri ve benimle ilgilenmemeleri.

F- Sinema dili hakkında bikaç sorum olacak size çünkü araştırmam genel anlamıyla Türk sinema dili hakkında, siz daha once Dünya Sineması ve Türkiye Sineması olarak bir ayırım yapmadığınızı söylediniz, Lütfü Akad’a göre Türk halkının kendi yaşayış tarzıyla dogru orantılı olarak durağan ve yalın bir sinema diline ihtiyacı olduğunu düşünüyor, tabii 1960’lar ve 2000’ler arasında türk toplumunda büyük değişimler oldu, yeni Türk Sineması’nın dili size gore nası olmalı?

M- Lütfü Akad da Metin Erksan gibi büyük isimlerden bir tanesi. Ancak ben Türk Sinema dilinin dısında, yönetmenlerin kendi dillerinin olması gerektiğine, bir hikayeci olarak onların kendi dillerini oluşturmalarının gerekliliğine inanıyorum.

F- Ama tabi bazı akımlar var sinemada, mesela Fransız New Age gibi, Türkiye’de böyle bir akım gerekli mi?

M- Bence sinema bireyseldir, o yuzden kendimi bir gruba dahil etmiyorum. Sinema bireysel bir karşı duruştur. Belki ortak bir dil değil de ortak paydalar oluşturulabilir. Dışardan doldurma kalıplar alınarak bir şekilde buraya adapte edilemez o yuzden kendi karakterinizi ve sinemanızı oluşturmanız lazımdır.

F- Peki hekimlikten yararlanıyo musunuz sinemada?

M- Hehehe… Evet tabii orada doktorluğun analitik bakış açısını sinemada da kullanıyorum. Özellikle hekimlikteki hafiyelik unsurunu sinemada cok kullanıyorum.

F- Sinema Diline dönersek?

M- Bence Türk Sinemasında ancak bir ortak payda oluşturulabilir. Benim bir gözlemim var bu konuda:

Doğu akdeniz toplumunun özelliklerini barındıran filmler, bizim halkımızı yansıtan filmlerdir. Bu filmler de halk tarafından izlenir ve sevilir. Genel akdeniz karakteristikleri olunca türkiyede filmler beğeniliyor.

Ayrıca türk halkının bir özelliği bugi bugi yapabilmesi yani bir trajedi anından bir komedi unsuruna anında kendi ruh halini taşıyabilmesidir. En yükseklerden en derinlere 72 duyguyu yaşayarak geçebilen bir yapısı var bizim akdeniz toplumunun. Tamamen umutsuz ve karamsar filmler bize gore değil çünkü biz Türkler böyle değiliz. En dibe vurduğumuzda dahi baklava börek yiyebilen insanlarız. Tabii en mutlu anımızda da bir anda kendimizi trajediye vurabiliriz. Filmlerdeki samimiyet işte çok önemli… mesela Lütfü Akad’ın durgun sinemasına karşılık benim hareketli sinemam belki bu duygu yoğunluğunu ve ekstremleri anlatabilmek açısından bir farklılık yaratıyor.

F- Peki siz bu hareketli tarzınızla topluma bir kültür, bir sinema izleme kültürü aşılamak mı istiyorsunuz?

M- Böyle bir misyonum yok ama yine de filmlerimde satır aralarında söylediğim bazı sözler,- bazı fikirler vardır. Yani hamile bir kadının karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi içimden dışarıya doğru tekme atan rahatsızlıklarımı filmlerde dile getiriyorum. Benim orada söylediklerimi dışarı alsanız zaten kalan kısım bir kakara kikiri’dir. Geriye kalan kısım fondur.

Ama ben de bu fikirlerin arka arkaya yogun bir sekilde geldiği filmler yerine fonda insanların eğlenerek ve kendilerinden birşeyler bularak izledikleri filmleri çekiyorum. Tabii orta yerinde bu fikirlerle bombayı patlatarak insanları düşünmeye sevk etmeye çalışıyorum.

Bunları gözden kaçıran eleştirmenlerin de yanlış yaptıkları nokta budur.

F- Mesela “özümü arıyorum” dediniz “İstanbul Kanatlarımın Altında” filminde?

M- Işte bu da benim orada anlatmaya çalıştığım, Hezarfen’in bireyselliğini aramaya çalışmasına bir göndermeydi. Zaten uçmak da ilk çağlardan beri özgürlüğün ve bireyselliğin semboludur.

Özü aramak meselesi de dervişlikte bektaşilikte ve sufilikte bir kavramdır. Bireyin kendisine seyahattir.

F- Peki filmografinize baktığımızda 5 filminizin arasında kendinizi en iyi ifade eden hangisi?

M- Hepsinde birbirinden daha iyi olan taraflar var. ama sunu söyleyeyim dramaturjik tecrübem ve hikaye anlatım tecrübemin her yeni filmed biraz daha ilerlediğini görüyorum. Ama bu gelişmeyle beraber belki de saf filtrelerim de kayboluyor diyebilirim. Önceki filmlerimde de çok saf dokular görüyorum, daha az kirlenmişlik hissediyorum. Tabi ilerde bunları daha iyi değerlendirebeceğimi düşünüyorum.

F- Kimi sinemacılar ilk filmlerinde başarılı olduktan sonra o noktayı tekrar yakalıyamıyorlar, siz zaman içerisinde kendi sinema dilinize kendinizi çok kaptırıp kitlesellikten uzaklaşmaktan korkuyor musunuz, veya ilerde böyle bir niyetiniz var mı?

M- Kesinlikle kitlesel sinemaya devam etmek istiyorum. Tabii önüme bir gün de bağımsız sinema için fırsatlar çıkarsa, bunları da değerlendirmek isterim. Ben zaten hala kısa metrajlı filmler çekiyorum. Bu alan zaten dilediğiniz gibi deneysel ve sürreel çalışmalar yapabileceğiniz bir mecra. Uzun metrajlı filmlerin doğasında kitleye ulaşmak gibi bir kaygı vardır.

F- Siz global bir yaklaşımla sinemayı yorumluyorsunuz, ben mesela filmlerinizde bir Fransız fimleri havası sezmekteyim, özellikle “Asansör” filminin daha önce Fransa’da çekilmiş bir versiyonu var..

M- Soruna geçmeden öncelikle kısa bir açıklama yapayım, ben o versiyonu filmimin çekimlerine başladığım sıralarda izleyebildim ve varlığından haberim yoktu. Bana dediler ki senin üzerinde çalıştığın kitabın filmini “belçikalılar” yapmışlar. Ben zaten kitabı yıllar once okumuş ve ona gore bir yeni senaryo yazmıştım. Benim senaryom farklıydı. Nedensel ve sonuçsal bağlamda iki film arasında bir benzerlik yok zaten.

F- Ben zaten o açıdan değil Fransız filmlerine benzemesi açısından ele alacaktım “Asansörü”

M- Tabii senin dediğine göre bir Fransız “film noir” etkisi “Asansör”de var. Böyle bir yapı var. Ama bu belki de doğal olarak gelmiştir, kapalı mekan ve 2 kişi diyince böyle tadlar alınıyor filmlerde.. ama Asansör benim sinema dilim açısından, en sinematografik olanıdır.

F- Ticari olarak da en az para kazandırmış

M- Eh tabi, o açıdan yazık oldu ama zaten ulaşabileceği kitle belli ve kısıtlıydı.

F- Asansör filminde Mozart’ın Requiem’ını tekno altyapısı ile tekrar kompoze etmişsiniz. Burdan film müziklerine biraz geçelim çünkü benim açımdan filmlerde kullanılan müzikler de en az görüntüler kadar önemlidir. Zaten bunu siz de söylemişsiniz bir röportajda “körler için film” yapmak istiyorum diye, nasıl yapıyosunuz?

M- Müzik konusunda cok birikimli ve yetenekli değilim ama müzisyenlerime bazı örnekler veriyorum ve o tadı dokuyu yakalamalarını istiyorum. Müzisyenlerim de bana bazı çalışmalarla geliyorlar. Ayrıca müziği kime teslim edeceksem onun geçmişi de benim için bir referans oluyor. Son filmimde “jingle house” ile çalıştım ve galiba en uyumlu en istediğim tarzı, ruhuma en yatkın müziği onlar yakaladı. Leb dedim, leblebileri önüme döktüler.

F- Daha konuşacak şey çok ama vaktimiz kısıtlı, çok teşekkür ediyorum size...

M- Ben tesekkür ediyorum okul ve iş hayatında başarılar..

Mayıs 2003 - Yıldız Sarayı Hakkında...

Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Beşiktaş’ın ardında metruk bir koruluktan başka bir şey olmayan, fakat şimdiki İstanbul’un merkezinde bütün ihtişamı ile ışıldayan Yıldız, Dersaadet’in gelmiş geçmiş en güzel bahçelerinden türlüsünü, Art-Nouveau döneminin en ilginç yapılarını içinde barındıran bir dünyadır. Ancak bu güzelliğini elde edebilene kadar üç padişah, bir tane de imparatorluk eskitmiştir burası. Zaten doğrusunu söylemek gerekirse, öylesine unutulmuş, öylesine vahşi bir araziyi talim etmek her babayiğidin harcı da değildir.

Ancak vakti zamanında, yani Hicri 1250 (1835) civarlarında -İstanbul Boğazı’nın yeni yeni revaçta olduğu dönemler- bu heybetli araziye bir köşk yaptırmaya karar veren bir yiğit Sultan II. Mahmud ortaya çıkar. Burayı mekan eylemesinin nedeni ise o metruk korununun tepesinden boğazın, haliçin ve hatta lodoslu günlerde adaların bile ayaklar altına serilmesidir. Bu öylesine bir manzaradır ki, köşk nâmını semalardaki Yıldız’dan alır. Arazinin ilk bahçesi de bu köşkün önünde vücuda getirilir.

Sultan Mahmud, buranın pek keyfini süremese de ondan sonra gelen padişah Sultan Abdülmecid, Yıldız’a daha büyük bir köşk yaptırmaya karar verir. Padişah’ın buyruğu üzerine yapılan yeni köşke, rivayete göre “Yıldız” adında alımlı bir cariyesi yerleşir. Tabii o zamanlar hünkar, Dolmabahçe sarayında ikamet etmekte olduğu için zaman zaman sevgili köşkünü ve bittabi cariyesini ziyarete gider.

Yıllar geçtikçe ve Altın Boynuz şanını şöhretini yavaş yavaş kaybettikçe, Dolmabahçe ile başlayan Boğaz’a yayılma hamlesi yavaş yavaş Ortaköy taraflarına doğru kayar. Pehlivan Sultan, Abdülaziz Han, İstanbul’un yeni gözdesi Ortaköy-Beşiktaş arasına görkemli bir saray yaptırmak için kolları sıvar. Daha doğrusu kolları sıvatır. Ne de olsa koca Osmanlı Padişahından, Müslümanların da Halifesinden bahsediyoruz burada... Neyse, dönemin mimarları, mühendisleri bir kaç senelik hummalı bir çalışmadan sonra Çırağan Sarayı şaheserini ortaya çıkarırlar. Tabii taa tepelerden yeni saraya kadar inen yemyeşil Yıldız’ın da bu sarayın açılmasıyla şansı açılır. Çırağan’ın inşasından hemen sonra Ortaköy yolunun üzerinden Yıldız’a bir köprü yapılır. Amma velakin bu köprü sadece saray evkafına hizmet etmek içindir. Abdülaziz Han, bu köprüyü yaptırdıktan sonra Yıldız’ı ihya eder. Zaman içerisinde bir park haline gelen bölgeye Malta Köşkü, Çadır Köşkü ve Çit Kasrı’nı hediye eder.

Hani bütün Padişahlar yaptırır, ettirir, getirtir deniyor ya. İşte bunların arasında güzide bir istisna, usta bir marangoz çıkar günün birinde... Kendi masasını, kendi başucunu atelyesinde el emeği ile işler bu marangoz. Abdülhamit Han’dır bu müstesna hünkâr. Kimilerinin Kızıl Sultan’ı kimilerinin ise Ulu Hakan’ı olan fakat şüphe götürmeden nevi şahsına münhasır bir kimse olan Abdülhamit, Yıldız’ı mekanı olarak beller ve burayı yıllar içerisinde 12 bin nüfuslu bir saray kasabası haline getirir.

Saltanatının ilk yıllarında İstanbul’da sık sık meydana gelen galeyanlardan korktukça bu ücra tepeye çekilen Abdülhamit, asayiş berkemal oluncaya kadar Yıldız’da kalırmış. Ancak zaman geçtikçe ve deniz kenarındaki Dolmabahçe Sarayı kendisine daha güvensiz geldikçe Yıldız’a ziyaretlerini arttıran Abdülhamit, bir süre sonra bütünüyle 50 yıl öncesinin metruk korusunun içine taşınmaya karar verir.

Yıldız Sarayı kompleksi de Abdülhamit’in taşınmasıyla birlikte yavaş yavaş vücuda gelmeye başlar. Önceleri saray ahalisinin yerleşeceği daireler henüz mevcud olmadığından, birçok kimse çadırlarda ikamet etmek zorunda kalmıştır. İnşaat başladıktan sonra bile ne Dolmabahçe, ne de Çırağan kadar görkemli binalar yapılır. Saray arazisindeki binaların hepsi köşk, şale, pavyon tarzı mütevazi yapılardır.

Günümüzde Barbaros Bulvarı’nın kuzey tarafında, Serencebey yokuşunun tepesinde kalan Yıldız Sarayı, adeta bir kamuflaj içerisinde hiçbir yerden görülmeyecek şekilde tasarlanmıştır. Kalın ve yüksek duvarlarla dış alemden büsbütün ayrılan Saray’ın dışardan görülen tek yapısı ise Büyük Mabeyn’dir. Abdülaziz döneminde yabancı konukları ağırlamak için inşa edilen Büyük Mabeyn, saray surlarının dışına kadar taşar. Art-Nouveau çizgilerinin görüldüğü bu yapı daha sonraları önemli davetlere de ev sahipliği yapar. Büyük Mabeyn’in hemen yanında sarayın üç kapısından biri olan Koltuk kapısı, sarayın ana girişi olarak hizmet eder. Koltuk kapısından girilince karşıya serilen büyük avlu, çeşitli binaların ortasında kalmıştır. Ancak avlunun soluna doğru en çok yüksekçe bir bina göze çarpar. Buraya girişte daha büyük bir kapı vardır adı da Harem kapısıdır.

Harem kapısından içeriye girilince ki o zamanlar sadece Harem takımı buradan girebilirdi, karşıya evvelkinden daha yüksek ve daha kalın bir duvar gelir. İşte Abdülhamit’in asıl hayatı bu duvarın ardında geçmiştir. Yıldız’ın dillere destan hasbahçesi de burada gözlerden en ırak yerdedir. Abdülhamit, Yıldız’a taşındığı ilk yıllarda henüz bu iç bahçeyi yaptırtmadan evvel hep dış bahçede gezermiş. Hatta yalnız başına at ile gezmeye, ava bile çıkarmış. Sonraları korkusundan kendi dairesini ve hasbahçesini hiç bir gün terketmemiş.

Dış Bahçe denilen yer, bugünkü Yıldız Parkı’ndan başkası değildir. İçerisinde Ortaköy tarafına doğru Malta Köşkü, Yeni Köşk, Acem Köşkü, Saraya doğru şahane yapısıyla Şale köşkü, Beşiktaş tarafına doğruysa iki tane yapay havuzu olan bu bahçe, belki de eski İstanbul’dan kalan en değerli mirastır.

Kimselerin görmediği, ancak Saray müze olduktan sonra açığa çıkarılan İç Bahçe (Hasbahçe) ise nispeten daha küçük bir alana yayılır. Burada üçyüz metre uzunluğunda eğri büğrü bir şekilde tasarlanmış bir havuz vardır. Zamanında içerisinde kuğuların, ördeklerin yüzdüğü bu havuzun kenarında sulara, yansımasına bakarak ve hayallere dalarak saatlerce, hatta akşama kadar otururmuş, Abdülhamit. Duygusal bir padişah olan Abdülhamit, marangozluğunun yanı sıra iyi resim yapar ve musikiden de anlarmış.

Yıldız’ın etrafında mevcut irili ufaklı köşklerin birçoğu da Abdülhamit’in kendi icadı olan bir sisteme göre inşa edilmiştir. Bazıları ahşap bir katlı, bir takımları kargir, bir veya iki katlıdır. Küçük binalar için Abdülhamit’in bulduğu sistem gayet kolay ve zaman kazandırıcıdır. Sisteme göre evvela binanın iskeleti yapılırmış, sonra bu iskelet ince tel ile kaplanarak, üzeri çimento ile sıvanırmış. Mesela Almanya İmparatoru geleceği zaman geçit resmi için özel olarak yapılan Talimhane köşkü de bu tarzda inşa edilmiştir. Bu bir katlı köşkün inşaatı ise sadece ve sadece üç gün sürmüştür. Yine bu tarzda inşa olunan daha büyük ve ihtişamlı bir köşk de 15 günde bitirilmiştir. Tabii bu yapıların depreme dayanıklılıkları da tartışılır.

Abdülhamit’in Yıldız hakkında bir diğer keşfi ise buranın askeri açıdan çok stratejik bir nokta olduğunu farketmesidir. Zira bu tepe Beyoğlu, Beşiktaş, İstanbul ve Ortaköy’ün buluştuğu bütün yollara hakimdir. Bunların dışında görüş açısı olarak da Haliç’e Boğaz’a, Üsküdar ile Anadolu sahiline hükmeder. Tarihinden aldığı dersler doğrultusunda, padişah istihbarat ve askeri açıdan bu bölgeye çok fazla yatırım yapar. O zamanın kaynayan Osmanlısında belki de bu korkuları normal karşılamak gerekmektedir.
Hünkar’ın hayatında vazgeçemediği tek nokta namazı olduğu için, Yıldız Sarayı’nın biraz dışarısında kalan Hamidiye Camii’ni de bu yazıya katmak gerekmektedir. Ne kadar büyük tehdit altında olursa olsun, her Cuma selamlığına çıkmakta ısrar etmiştir Abdülhamit. Hatta 1896 depreminden sonra daha herkes camiye girmeye korkarken padişah selamlığa çıkmış, yine 1901 yılındaki deprem esnasında herkes camiden kaçışırken mekanını terketmemiş, 1897 yılında çıkan isyanlar zamanında herkes kendisine suikast yapılmasından korkarken yine o selamlığına çıkmıştır.
Hayatı boyunca korkuları yüzünden koskoca imparatorluğun birkaç kilometrekaresine hapis olan bir padişahın imanı uğruna bu yaptıkları, devleti adına yapması gerekenlerle büyük ölçüde çelişmektedir. Belki de bu sultan’ın İstanbul’a en güzel katkısı, şimdi bile halkı mest eden Yıldız bahçelerini, köşklerini memlekete armağan etmiş olmasıdır.

Haziran 2003 - FENG SHUI hakkında

FENG-SHUI

Doğunun mistik atmosferi ile uzakdoğu esintileri son zamanlarda ülkemizde de hissedilmeye başlandı. Çinliler esintiye, yani rüzgara “Feng” diyorlar. “Shui” ise insan varlığının en temel maddesi “su” demek. “Feng-Shui” ise tam 4000 yıllık geçmişi olan bir felsefe Çinliler için. Türkiye bu kavramla daha birkaç sene önce tanışmış. Şimdilik bazı kentlerde elit kesim tarafından benimsenen bu yöntem ve uygulamaları, ilerde bütün yurda yayılır mı bilinmez ama hali hazırda çeşitli dernekler açılmış bile. Hatta “Feng-Shui” kurslarına rağbet edenlerin sayıları da gün geçtikçe artmakta.

Peki nedir bu gizemli öğreti?

Çin felsefesine göre Feng Shui, insanların yaşadığı iç ve dış mekanlarda hayatlarını etkileyecek olumlu etkenlerin arttırılmasını, olumsuz etkenlerin de önlenmesini gösteren yöntemler bütünüdür. Bu yöntemlerin buluştuğu nokta ise doğa güçlerini yönlendirmek ve pozitif enerjiyi ortaya çıkarmaktır.

CHI

Günümüzde bilim adamları tüm evrenin bir titreşime sahip olduğunu ve bir enerji gücü ile birbirine bağlı olduğunu kabul etmektedir. İşte Feng Shui, bu yaşamsal enerjiye Chi diyor. Bu enerjinin nasıl doğru olarak hareket ettiğinin öğrenilmesi ve Chi'den en iyi şekilde yararlanmak, insanların yaşantısında önemli iyileşmeler sağlamayı hedef almaktadır. Çünkü kimilerine göre Chi yaşam veren bir enerjidir. Bu nedenle bir binanın nereye, hangi konumda inşa edilmesi veya bir evin, odanın nasıl dekore edilmesi gerektiği önemlidir. Tüm bu düzenlemelerin amacı, ortamda denge, uyum ve doğru Chi akışını sağlamaktır.

Pozitif enerjiyi ortaya çıkarmak ise o kadar kolay değildir, çünkü “Feng Shui” kavramının dayandığı ana felsefe olan Yin Yang’a göre evrende negatif ve pozitif enerjiler eşit şekilde dağılmış ve bir denge oluşturmuştur. Çinlilere göre hem bu dengeyi korurken, Yang (pozitif) güçlerinden yararlanmak, hem de Chi akışını düzene sokmak “Feng-shui” yöntemleri sayesinde mümkün olmaktadır.

Çinli bilgelere göre Chi iyi aktığında insane yaşantısı uyumlu ve dengeli olur. Durgunlaştığındaysa, hastalıklara ve şanssızlıklara neden olabilir.

İnanışa göre, Chi dört farklı pusula yönünden dört farklı yaşamsal enerjiyi taşır. Bunlar;

Sheng Chi - doğu yönünün bilge enerjisi
Yang Chi - güneyin güçlendirici enerjisi
T'sang Chi - kuzeyin besleyici enerjisi
Sha Chi - batının yıkıcı enerjisidir.

Atmosferimiz yaşamsal enerji hatlarıyla doludur. Bu enerjilerden bazıları olumlu pozitif, bazıları da zararlı negatiftir. Pozitif enerji olan Sheng Chi, (Şefkatli nefes) çok büyük şans, bolluk ve mutluluk getirir. Bulunulan mekana bu enerji çekilebildiği takdirde kişinin talihi açılır. Negatif enerji ise Sha Chi'yi (öldüren nefesi) yaratır. Eğer insanların eşyaları kayboluyorsa, sık sık hastalanılıyorsa ve problemleri bir türlü onların peşini bırakmıyorsa, bu öğretiye göre Sha Chi onları çevrelemiştir.

Chi her yerde mevcuttur ve atmosferde salınır, durur. Hayatın tadını çıkarmak, başarılı ve zengin olmak, iyi bir aile ve aşk yaşamı için Sheng Chi'yi (pozitif enerjiyi) harekete geçirmek ve Sha Chi'yi (negatif enerjiyi) defetmek gerekmektedir. Zaten Feng Shui çalışmasının amacı da budur..

YAŞAM ALANINIZDA FENG-SHUI

Sokak kapınızı açtığınızda Chi içeri girer. Evinize canlılık ve yaşam getirir. Ve Chi her geçtiği yerden, artık enerjileri de toplar. Eğer eviniz mezarlığa bakıyorsa kederi toplar. Mezbahaya veya kasaba bakıyorsa acıyı toplar. Eğer eviniz güzel bir manzaraya karşıysa, doğal olarak Chi'de evinize güzelliği getirecektir. Eğer eviniz hoşunuza gitmeyen görüntülere bakıyorsa, sakın umutsuzluğa kapılmayın. Chi, evinize girmeden önce onu saflaştırmanın veya düzeltmenin yolları vardır..



5 ELEMENT

Feng Shui'nin dayandığı diğer bir unsur da çevremizdeki beş elementtir. Bunlar, ateş, toprak, metal, su ve ağaç'tır. Çinliler evrendeki her şeyin, insanlar da dahil olmak üzere, bu beş elementten birine ait olduğuna ve birbirlerini etkileme biçimine göre yaşamlarını yönlendirdiğine inanırlar. Elementlerden her biri, Chi'nin ayrı bir yolla ifadesidir. Feng Shui uygulamaları, elementlerin ilişkilerine de büyük önem veren bir uygulama. Herhangi bir mekandaki objelerin ve yönlerin ait olduğu elementler, birbirine zarar vermemelidir. Feng Shui esasları çerçevesinde herhangi bir değişiklik yapmadan önce mutlaka elementlerin birbirleri ile yaratıcı ve yıpratıcı döngüdeki ilişkileri analiz edilmelidir. .

FENG SHUI EFSANESI

İçerisinde böyle derin teoriler barındıran bu Çin öğretisinin, kuşaklardır anlatılan bir de efsanesi var. Gençlik dönemlerini fakirlik içerisinde dilencilik ve hırsızlık yaparak geçiren Chu Yuan Chuan, babasının mezarındaki çok kuvvetli feng shui sayesinde son Moğol imparatorunu tahtından indirerek Çin’de başa geçtiği söylenmektedir. Ming hanedanını başlatan Chuan’ın, hatta tahta geçtikten sonra tüm feng shui rahiplerini ölümle cezalandırdığı ve yanlış yazdırarak hazırlattığı feng shui kitaplarını bütün ülkeye dağıttırdığı zannedilmekte. Bu yüzden bazı kaynaklara göre Üçüncü Ming İmparatoru Yong Le, Pekin'de Yasak Şehri ("Forbidden City") inşa ederken, mimarlar dağıtılan yanlış feng shui kitaplarındaki öğretileri kullandığı için, yapılan bütün binaların kısa bir süre sonra yerle bir olduğu söylenmekte.

PAZARLAMA

Doğu’da bu kadar önem verilen bir felsefenin batı toplumlarındaki uygulaması aynı gözükse bile farklı amaçları içerisinde barındırmakta. Öncelikle iç dekorasyon meslek dalı ile iç içe olan “feng shui” git gide kapitalistik bir unsur haline gelmektedir. Hatta “feng shui” kursları, “feng shui” kitapları ve ürünleri derken büsbütün bir Pazar haline gelen bu yeni moda, insanların kendi iç huzurunu sağlamak iddiasının yanı sıra finansal olarak da yüksek külfetler getiriyor. Örneğin Türkiye’de bir uzman, komple feng-shui dekorasyonunu metrekaresi 8 dolara yapıyor. Bir başkası 100 metrekarelik evden 500 milyon TL alarak sorunlu köşeleri yeniden düzenliyor. Bu hizmetlerin hiçbirine feng-shui için alınması gereken otantik malzemeler dahil değil.

Kendi içerisinde bazı mantıklı psikolojik değerlendirmeler barındıran bu egzotik sanat & felsefe, muhtemelen bir kaç sene içerisinde Türkiye’de önemli bir ev harcaması olarak ailelerin bütçesine yük getirerek, onların “Sha Chi” ile çevrelenmesine sebep olacak.

Vikipedi hakkında (2005)

İlgilileri tarafından internette uzun zamandır takip edilen özgür Ansiklopedi uygulaması Wikipedia, (Türkçe ismiyle Vikipedi), gün geçtikçe dünya çapında bir tutku haline dönüşüyor. Sanal dünyanın en deneysel çalışmalarından biri olarak nitelendirilebilecek ve hiçbir ayırım gözetmeden her internet kullanıcısı tarafından kurgulanabilmeye fırsat veren bu yepyeni bilgi kaynağı, yarattığı devrim ile birlikte birçok tartışmayı da su yüzüne çıkartmakta. Örneğin, içerdiği bilgilerin güvenilirliliği konusunda son zamanlarda bir çok eleştiri alan Vikipedi, buna karşın gün geçtikçe artan kullanıcı sayısı ve zenginleşen içeriği ile eleştirilere rağmen sağlam bir hızda büyümeye ve ilgi görmeye devam ediyor.

İnternet devriminin neticesinde, kısa sürede önceki iki yüzyıla damgasını vurmuş meşhur bilgi ve referans kaynağı Britannica’nın tahtını sallayan yirmibirinci yüzyılın ilk mucizelerinden Vikipedi, yayına başladığından beri geçen beş sene içerisinde sadece ingilizce içerikli 1 milyon makaleye ev sahipliği yapmakta. Diğer yandan ikiyüz yıllık emeğin sonucu olan Encylopedia Britannica’nın 35 basımda ulaştığı makale sayısı sadece 120 bin adet. Bu iki ayrı kaynaktaki makalelerin içerik kalitesi konusunda henüz bir araştırma yapılmamış. Ancak özgür kurgulama sistemi sayesinde ve özgür ansiklopediye gönül vermiş katılımcıların katkılarıyla Vikipedi’nin makalelerinin içeriği ve kalitesi her geçen gün daha ince bir filtreden geçiriliyor. Ayrıca kısa bir süre önce yapılan araştırma sonucunda da Britannica ile Vikipedi arasındaki hata oranının tahmin edilenden çok daha az olduğu ortaya çıkıyor.

Türkçe Vikipedi (www.vikipedi.org)

Bilgi çağının en önemli yeniliklerinden bilgiye kolay ve ucuz ulaşım olanağının sanal alemdeki tezahürü olarak gösterebileceğimiz Vikipedi, Ağustos 2003’den beri Türkçe olarak da hizmet veriyor. Bu dilde yayına başladıktan sonra üç sene içerisinde 17 bin civarında Türkçe makale sayısına ulaşarak ülkemizde yayınlanmış pek çok bilgi kaynağından daha kapsamlı bir hacme ulaşan Türkçe Vikipedi, ileride eğitim çağındaki gençlere bir kaynak olması açısından daha fazla katılıma ve kaliteli içeriğe ihtiyaç duymakta.

Türkçe Vikipedi’de yazar olmak

Vikipedi’nin Türkçe uyarlamasına katkıda bulunmak, Vikipedi’nin internet sayfasını ziyaret etmekle başlıyor. Anasayfa üzerinden katkıda bulunmak istediğiniz başlığın ismini yazarak o başlığın daha önce kurgulanıp kurgulanmadığı öğrenebilirsiniz. Eğer kurgulanmamış bir konu ise özgürce o içeriği doldurmanız mümkün demektir. Yazacaklarınızda özgür olmanıza karşın, içerikler her ziyaretçi otomatikman yazar olduğu için bir otokontrol mekanizması ile denetlenmekte... Herhangi bir yanlış veya saptırıcı bilgi kısa süre içerisinde dikkatli kullanıcılar tarafından düzeltiliyor. Doğruluğuna inanmadığınız bir makaleyi, sayfanın yukarısındaki “değiştir” butonuna basarak dilediğiniz gibi tekrar yapılandırabilirsiniz. Ayrıca okuyucu ve yazarlığın yanı sıra, özgür ansiklopediye aktif üye olarak Vikipedi camiası ile iletişime geçebilirsiniz. Bu sayede Türkçe Vikipedi’nin kalitesinin ve içeriğinin artırılmasına yönelik birçok girişimde söz sahibi olabilirsiniz.

Türkçe Vikipedi Arapça ve Farsça’ya fark atıyor

Türkçe Vikipedi 17 bin makalelik içeriği ile şu anda bin makalenin üzerinde hizmet veren 86 dil arasında 28. sırada bulunuyor. Lehçe (200 bin), İsveççe (100 bin) ve Norveççe (50 bin) gibi diller dünya üzerinde temsil edildiklerinden çok daha fazla bir içerikle Vikipedi’ye katkıda bulunuyorlar. Ancak öte yandan dünyada yüz milyonlarca kişi tarafından konuşulan Arapça (10 bin) ve Farsça (9 bin) dilleri Vikipedi’de kendilerine fazla yer bulamamışlar. Aristo tarafından ortaya çıkartılan ansiklopediciliğin anadili Yunanca ise sadece 8 bin makale içeriği ile Vikipedi’nin yetersiz temsil edilen dilleri arasında yerini alıyor. Bu farklı alfabelerde hizmet veren üç dilin şimdilik başarısız özgür ansiklopedi maceraları, Türkçe’nin harf devrimi sayesinde internet ortamında daha kolay yayıldığının ve dijital devrime daha kolay ayak uydurduğunun bir kanıtı olarak göze çarpıyor. Dünya üzerinde yaklaşık 300 milyon kişi tarafından konuşulan, geçmiş binyılda büyük ilmi eserlere imza atan Arapça ve Farsça’nın bilgi çağında tökezlemesinin bir sebebi de dijital ortama uyum sağlamakta çektikleri zorluklar.

Vikipedi, dünya medyasında her geçen gün daha fazla tartışma konusu olan, gelecekte de tartışılmasının yanı sıra önemli bir referans kaynağına dönüşecek bir girişim. Türkçe’nin de şu anda eksiklerine rağmen başarıyla temsil edildiği bu özgür ansiklopediyi anadilimizde katkısı olabilecek herkesin ziyaret etmesi lazım. İleride okul çağında bilgisayarlı eğitime geçmiş Türkiye’nin internet üzerinde özgür ve bedava bir referans kaynağı olması, toplumsal gelişimimiz açısından büyük önem arz ediyor.

KUTU:
Türkçe Vikipedi’den bazı rakamlar (www.vikipedi.org)

-Türkçe Vikipedi üye sayısı: 10 bin üye
-Türkçe Vikipedi makale sayısı: 17 bin makale
-Türkçe Vikipedi günlük ziyaretçi sayısı: yaklaşık 10 bin ziyaretçi
-Türkçe Vikipedi günlük üye artışı: günde ortalama 70 üye
-Türkçe Vikipedi 2006 Ocak ayı makale girişi: yaklaşık 3 bin makale

about Turkey's EU candidacy (Fall 2004)

Turkey’s EU Candidacy

There have been many discussions going on about Turkey’s accession to Europe in the last few months. As a Turkish student living in France for the last 2 months, I had a chance to analyze the European point of view and its hesitation towards accepting Turkey as a full member state. In this paper, I would like to answer the mainstream concerns about Turkey which are considered as an obstacle for its candidacy.
Economically: Turkey is world’s 17th and Europe’s 6th largest economy making it an economy bigger than Denmark, Finland and Ireland combined. It has a yearly growth rate of 8%, highest in Europe. (For example France’s yearly growth rate is only 1%) This growth might bring a big competitiveness in a saturated market such as Europe.
The current problem with Turkish economy is its stability. But Turkey’s economical growth can develop into a sustainable level with an optimistic and a clear agenda of its integration to Europe. In addition, a common mistake is also made considering Turkey as an agricultural country, but only 11 % percent of its gdp is provided by agriculture, where in Greece, a member of EU since 1985, this share is 8%.
Politically: Besides being a secular republic, majority of Turkey’s citizens are Muslims. However, Radical Islam has never played a role in Turkish politics since the foundation of the modern republic. The structure of the state strictly prevents an infiltration of any religious movement to the regime. As an example women suffrage was granted in Turkey in 1934, ten years earlier than France. Another example abortion, contraception and divorce is legal in Turkey since 1930s where it wasn’t in Ireland few years ago.
Although there has been a strong military significance in Turkish politics, this role was reduced after a new set of laws which have passed in the last few years. Also the abuse of human rights was diminished after the new legislation took place. And Turkey’s abuse of human rights was no worse than what happened under the regime of Franco in Spain. These set of reforms made by Turkey were also mentioned positively in last report for the EU council.
As regards geography, a significant part of Turkey is in Europe, this part is larger than may European states and Istanbul alone with a population of some 12 million is one of Europe's largest cities. The fact that Cyprus, which is a geographical extension of the Anatolian mainland and situated at the most easterly part of Turkey, is considered as part of Europe makes the geographical arguments untenable.
Culturally and historically: Turkey’s precedent Ottoman Empire had dominated a significant area in Europe for four centuries. During this period cultural exchange and integration took place and Turkish art and customs were introduced into Europe and vice versa. Also During the 20th century Turkey’s political and social relations with other European countries never ceased as it did for 50 years in former Iron Curtain countries such as Poland, Slovakia and Hungary, all members of EU.
It should always be kept in mind that Turkey’s accession to Europe is a long march which has not ended yet. By starting the negotiations in 2005, Europe will have a better chance to understand and observe Turkey as a candidate. And it should always be known that after the negotiations are completed EU will always have an option to say no to Turkey.