Thursday, January 29, 2009

23 nisan 2003 - Mustafa Altıoklar roportajı

MUSTAFA ALTIOKLAR RÖPORTAJI

Tarih: 23 Nisan 2003
Yer: Bebek Kahvesi




F- Merhabalar “O Şimdi Asker” filmi beşinci uzun metrajlı calışmanız, bu filmleri çekmeden önce muhtemelen Türk sinema tarihinden ve karakterlerden de etkilenmissinizdir, mesela size bazı isimler sorsam ve onlar hakkında fikirlerinizi söyleseniz.. Muhsin Ertuğrul’dan başlayalım:

M- Öncelikle ben sunu acıklayayım kendim sinemaya atılmadan once Türk Sinemasından cok fazla etkilenmedim diyebilirim. Ancak bir kaç örnek vererek zaman kaybını engelleyebiliriz. Öncelikle Metin Erksan’dır beni en cok etkileyen isim, ayrıca Türk Sineması veya Dünya Sineması olarak da pek fazla bir ayrım içerisinde değilim. Bende iz bırakan yönetmenlerin basındaki Metin Erksan’ın da kendi calısmalarındaki “film noir” tadı ve titiz çalışmaları beni etkilemiştir. Tabii Dostoyevski romanlarındaki karakter tanımlamalarını andıran sineması, çözümlemelerinde derinlere inme eğilimine rağmen izleyiciye de düşünme payı bırakan tarzı da çok çarpıcıdır. Ayrıca filmlerinde kontrast dengesini uygulama biçimi de bıçak gibi ve etkileyicidir.

F- Peki Metin Erksan dedik onunla devam edelim, kendisi sinemayı bıraktıktan sonra eleştirmenliğe soyunup acımasız eleştiriler yapmıştır dönemin sineması hakkında, peki siz de çağdaş Türk sinemasına onun gibi böyle eleştirel bir gözden baksaydınız bu kadar acımasız olur muydunuz? Ayrıca Türkiye’de sinema eleştirmenliğinin düzeyi iyi bir boyutta mı?

M- Kesinlikle iyi bir boyutta değil. Metin hoca’ya gelince, onun yorumları gerçekten sinematografik değerler ve analitik bir bakış üzerineydi. Ben, Türkiye’de şu anda eleştirmenlik müessesesinin öyle yürümediğinin farkındayım. Türkiye’de de eleştirmenlik, yapılacak olan projelere ışık tutmak üzerine yapılandırılmalıdır ama hayatında hiçbir şey yapmamış birilerinin yapılmış ve bitmiş bir iş üzerine kılavuzluk yapması pozisyonunda olmamalıdır. Eleştirmenlik açıkca fonksiyonel olmalıdır. Fonksiyonel olmayan bir eleştiriyi ve eleştirmeni ben yüzeysel ve kişisel varoluşunu kanıtlamaya çalışan birisi olarak görüyorum.

F- Sizce eleştirmenler bir gövde gösterisi mi yapıyorlar?

M- Hayır çünkü bir gövde dahi yok, beyazperdenin arkasından silik kimliklerini açığa çıkartmadan gizli gizli siperden bomba atmaya benziyor Türkiye’de eleştirmenlik. Genelde Türkiye’de yapısal eleştiriler olmuyor ve konuyu siyasal boyutlara falan çekmeye çalışıyorlar. Herşeyden once eğer eleştirmenler demokratik olduklarını düşünüyorlarsa herkesin basma kalıp ve tek tip film çekmesini beklememelidirler. Eleştirmenler tek kalıba sıkışıp kalıyorlar.

Tabii Genç kusak elestirmenler piyasaya girdikçe biraz daha farklı sesler ve farklı dokulara rastlar olduk ama yine de genc kusağın derinliği konusunda da suphelerim yok değil.

F- Belki zamanla Türkiye’de bir sinema eleştirmenliği aristokrasisi oluşabilir, nasıl son zamanlarda yönetmenler de entellektüel bir bakış yakalayabildiyse, bu gelişimle birlikte eleştirmenlik müessesi de gelişebilir, öyle değil mi?

M- Umarım başkasının yaptığı işten geçinmeye kalkmaktansa, sinema camiasının içinde olarak ülkemiz sinemasına katkıda bulunabileceklerinin farkına varırlar.

F- Peki sizce Metin Erksan’ın yaptığı da olması gerektiği gibi mi? Sinemayı bıraktıktan sonra eleştirilerini yöneltiyor?

M- Hocanın yaptığı eleştiriler çok yol gösterici eleştirilerdir. Altı boş cümleler kullanmaz, nesnel derinlikte neler yatıyorsa onları sıralamıştır arka arkaya… Yeni dönemde dahi böyle şeyler göremiyorum ne yazık ki… Yazıların çoğu sağdan soldan alıntı ve tercüme metinler üzerine kurulu oluyor.
Hatta günümüzde eleştirmenler olaylara tamamen kişisel yaklaşıyorlar. Eğer bi filmin yönetmenine veya senaristine gıcıklarsa tamamen bu hislerle yazılarını yazıyorlar.
Ben şahsen eleştirmenlerin kendi filmlerime gelmelerini istemiyorum. Madem beğenmiyorlar filmlerimi, o zaman gelmesinler. Zaten bu da toplumsal bir görev değil, toplumun ona vermiş olduğu bir görev yok.. kendi kendilerine görev veriyorlar. O yüzden filmlerime gelip 2 saat azap çekmesinler..

F- Peki kimi yönetmenler var ilk günden itibaren eleştirmenler tarafından destekleniyorlar, sizin gibi kitlelere ulaşan filmleri çekenler ise acımasız eleştiriler alabiliyor, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?

M- Eleştirmenler immatürler çünkü zaten matür (olgun) olsalar eleştirmen olmazlar. Kendileri bir matürite seviyesine ulaşmış olsalar yaratıcı olacaklar, ama değiller. O yüzden benim onlardan ricam beni görmemeleri ve benimle ilgilenmemeleri.

F- Sinema dili hakkında bikaç sorum olacak size çünkü araştırmam genel anlamıyla Türk sinema dili hakkında, siz daha once Dünya Sineması ve Türkiye Sineması olarak bir ayırım yapmadığınızı söylediniz, Lütfü Akad’a göre Türk halkının kendi yaşayış tarzıyla dogru orantılı olarak durağan ve yalın bir sinema diline ihtiyacı olduğunu düşünüyor, tabii 1960’lar ve 2000’ler arasında türk toplumunda büyük değişimler oldu, yeni Türk Sineması’nın dili size gore nası olmalı?

M- Lütfü Akad da Metin Erksan gibi büyük isimlerden bir tanesi. Ancak ben Türk Sinema dilinin dısında, yönetmenlerin kendi dillerinin olması gerektiğine, bir hikayeci olarak onların kendi dillerini oluşturmalarının gerekliliğine inanıyorum.

F- Ama tabi bazı akımlar var sinemada, mesela Fransız New Age gibi, Türkiye’de böyle bir akım gerekli mi?

M- Bence sinema bireyseldir, o yuzden kendimi bir gruba dahil etmiyorum. Sinema bireysel bir karşı duruştur. Belki ortak bir dil değil de ortak paydalar oluşturulabilir. Dışardan doldurma kalıplar alınarak bir şekilde buraya adapte edilemez o yuzden kendi karakterinizi ve sinemanızı oluşturmanız lazımdır.

F- Peki hekimlikten yararlanıyo musunuz sinemada?

M- Hehehe… Evet tabii orada doktorluğun analitik bakış açısını sinemada da kullanıyorum. Özellikle hekimlikteki hafiyelik unsurunu sinemada cok kullanıyorum.

F- Sinema Diline dönersek?

M- Bence Türk Sinemasında ancak bir ortak payda oluşturulabilir. Benim bir gözlemim var bu konuda:

Doğu akdeniz toplumunun özelliklerini barındıran filmler, bizim halkımızı yansıtan filmlerdir. Bu filmler de halk tarafından izlenir ve sevilir. Genel akdeniz karakteristikleri olunca türkiyede filmler beğeniliyor.

Ayrıca türk halkının bir özelliği bugi bugi yapabilmesi yani bir trajedi anından bir komedi unsuruna anında kendi ruh halini taşıyabilmesidir. En yükseklerden en derinlere 72 duyguyu yaşayarak geçebilen bir yapısı var bizim akdeniz toplumunun. Tamamen umutsuz ve karamsar filmler bize gore değil çünkü biz Türkler böyle değiliz. En dibe vurduğumuzda dahi baklava börek yiyebilen insanlarız. Tabii en mutlu anımızda da bir anda kendimizi trajediye vurabiliriz. Filmlerdeki samimiyet işte çok önemli… mesela Lütfü Akad’ın durgun sinemasına karşılık benim hareketli sinemam belki bu duygu yoğunluğunu ve ekstremleri anlatabilmek açısından bir farklılık yaratıyor.

F- Peki siz bu hareketli tarzınızla topluma bir kültür, bir sinema izleme kültürü aşılamak mı istiyorsunuz?

M- Böyle bir misyonum yok ama yine de filmlerimde satır aralarında söylediğim bazı sözler,- bazı fikirler vardır. Yani hamile bir kadının karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi içimden dışarıya doğru tekme atan rahatsızlıklarımı filmlerde dile getiriyorum. Benim orada söylediklerimi dışarı alsanız zaten kalan kısım bir kakara kikiri’dir. Geriye kalan kısım fondur.

Ama ben de bu fikirlerin arka arkaya yogun bir sekilde geldiği filmler yerine fonda insanların eğlenerek ve kendilerinden birşeyler bularak izledikleri filmleri çekiyorum. Tabii orta yerinde bu fikirlerle bombayı patlatarak insanları düşünmeye sevk etmeye çalışıyorum.

Bunları gözden kaçıran eleştirmenlerin de yanlış yaptıkları nokta budur.

F- Mesela “özümü arıyorum” dediniz “İstanbul Kanatlarımın Altında” filminde?

M- Işte bu da benim orada anlatmaya çalıştığım, Hezarfen’in bireyselliğini aramaya çalışmasına bir göndermeydi. Zaten uçmak da ilk çağlardan beri özgürlüğün ve bireyselliğin semboludur.

Özü aramak meselesi de dervişlikte bektaşilikte ve sufilikte bir kavramdır. Bireyin kendisine seyahattir.

F- Peki filmografinize baktığımızda 5 filminizin arasında kendinizi en iyi ifade eden hangisi?

M- Hepsinde birbirinden daha iyi olan taraflar var. ama sunu söyleyeyim dramaturjik tecrübem ve hikaye anlatım tecrübemin her yeni filmed biraz daha ilerlediğini görüyorum. Ama bu gelişmeyle beraber belki de saf filtrelerim de kayboluyor diyebilirim. Önceki filmlerimde de çok saf dokular görüyorum, daha az kirlenmişlik hissediyorum. Tabi ilerde bunları daha iyi değerlendirebeceğimi düşünüyorum.

F- Kimi sinemacılar ilk filmlerinde başarılı olduktan sonra o noktayı tekrar yakalıyamıyorlar, siz zaman içerisinde kendi sinema dilinize kendinizi çok kaptırıp kitlesellikten uzaklaşmaktan korkuyor musunuz, veya ilerde böyle bir niyetiniz var mı?

M- Kesinlikle kitlesel sinemaya devam etmek istiyorum. Tabii önüme bir gün de bağımsız sinema için fırsatlar çıkarsa, bunları da değerlendirmek isterim. Ben zaten hala kısa metrajlı filmler çekiyorum. Bu alan zaten dilediğiniz gibi deneysel ve sürreel çalışmalar yapabileceğiniz bir mecra. Uzun metrajlı filmlerin doğasında kitleye ulaşmak gibi bir kaygı vardır.

F- Siz global bir yaklaşımla sinemayı yorumluyorsunuz, ben mesela filmlerinizde bir Fransız fimleri havası sezmekteyim, özellikle “Asansör” filminin daha önce Fransa’da çekilmiş bir versiyonu var..

M- Soruna geçmeden öncelikle kısa bir açıklama yapayım, ben o versiyonu filmimin çekimlerine başladığım sıralarda izleyebildim ve varlığından haberim yoktu. Bana dediler ki senin üzerinde çalıştığın kitabın filmini “belçikalılar” yapmışlar. Ben zaten kitabı yıllar once okumuş ve ona gore bir yeni senaryo yazmıştım. Benim senaryom farklıydı. Nedensel ve sonuçsal bağlamda iki film arasında bir benzerlik yok zaten.

F- Ben zaten o açıdan değil Fransız filmlerine benzemesi açısından ele alacaktım “Asansörü”

M- Tabii senin dediğine göre bir Fransız “film noir” etkisi “Asansör”de var. Böyle bir yapı var. Ama bu belki de doğal olarak gelmiştir, kapalı mekan ve 2 kişi diyince böyle tadlar alınıyor filmlerde.. ama Asansör benim sinema dilim açısından, en sinematografik olanıdır.

F- Ticari olarak da en az para kazandırmış

M- Eh tabi, o açıdan yazık oldu ama zaten ulaşabileceği kitle belli ve kısıtlıydı.

F- Asansör filminde Mozart’ın Requiem’ını tekno altyapısı ile tekrar kompoze etmişsiniz. Burdan film müziklerine biraz geçelim çünkü benim açımdan filmlerde kullanılan müzikler de en az görüntüler kadar önemlidir. Zaten bunu siz de söylemişsiniz bir röportajda “körler için film” yapmak istiyorum diye, nasıl yapıyosunuz?

M- Müzik konusunda cok birikimli ve yetenekli değilim ama müzisyenlerime bazı örnekler veriyorum ve o tadı dokuyu yakalamalarını istiyorum. Müzisyenlerim de bana bazı çalışmalarla geliyorlar. Ayrıca müziği kime teslim edeceksem onun geçmişi de benim için bir referans oluyor. Son filmimde “jingle house” ile çalıştım ve galiba en uyumlu en istediğim tarzı, ruhuma en yatkın müziği onlar yakaladı. Leb dedim, leblebileri önüme döktüler.

F- Daha konuşacak şey çok ama vaktimiz kısıtlı, çok teşekkür ediyorum size...

M- Ben tesekkür ediyorum okul ve iş hayatında başarılar..

No comments: