Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Beşiktaş’ın ardında metruk bir koruluktan başka bir şey olmayan, fakat şimdiki İstanbul’un merkezinde bütün ihtişamı ile ışıldayan Yıldız, Dersaadet’in gelmiş geçmiş en güzel bahçelerinden türlüsünü, Art-Nouveau döneminin en ilginç yapılarını içinde barındıran bir dünyadır. Ancak bu güzelliğini elde edebilene kadar üç padişah, bir tane de imparatorluk eskitmiştir burası. Zaten doğrusunu söylemek gerekirse, öylesine unutulmuş, öylesine vahşi bir araziyi talim etmek her babayiğidin harcı da değildir.
Ancak vakti zamanında, yani Hicri 1250 (1835) civarlarında -İstanbul Boğazı’nın yeni yeni revaçta olduğu dönemler- bu heybetli araziye bir köşk yaptırmaya karar veren bir yiğit Sultan II. Mahmud ortaya çıkar. Burayı mekan eylemesinin nedeni ise o metruk korununun tepesinden boğazın, haliçin ve hatta lodoslu günlerde adaların bile ayaklar altına serilmesidir. Bu öylesine bir manzaradır ki, köşk nâmını semalardaki Yıldız’dan alır. Arazinin ilk bahçesi de bu köşkün önünde vücuda getirilir.
Sultan Mahmud, buranın pek keyfini süremese de ondan sonra gelen padişah Sultan Abdülmecid, Yıldız’a daha büyük bir köşk yaptırmaya karar verir. Padişah’ın buyruğu üzerine yapılan yeni köşke, rivayete göre “Yıldız” adında alımlı bir cariyesi yerleşir. Tabii o zamanlar hünkar, Dolmabahçe sarayında ikamet etmekte olduğu için zaman zaman sevgili köşkünü ve bittabi cariyesini ziyarete gider.
Yıllar geçtikçe ve Altın Boynuz şanını şöhretini yavaş yavaş kaybettikçe, Dolmabahçe ile başlayan Boğaz’a yayılma hamlesi yavaş yavaş Ortaköy taraflarına doğru kayar. Pehlivan Sultan, Abdülaziz Han, İstanbul’un yeni gözdesi Ortaköy-Beşiktaş arasına görkemli bir saray yaptırmak için kolları sıvar. Daha doğrusu kolları sıvatır. Ne de olsa koca Osmanlı Padişahından, Müslümanların da Halifesinden bahsediyoruz burada... Neyse, dönemin mimarları, mühendisleri bir kaç senelik hummalı bir çalışmadan sonra Çırağan Sarayı şaheserini ortaya çıkarırlar. Tabii taa tepelerden yeni saraya kadar inen yemyeşil Yıldız’ın da bu sarayın açılmasıyla şansı açılır. Çırağan’ın inşasından hemen sonra Ortaköy yolunun üzerinden Yıldız’a bir köprü yapılır. Amma velakin bu köprü sadece saray evkafına hizmet etmek içindir. Abdülaziz Han, bu köprüyü yaptırdıktan sonra Yıldız’ı ihya eder. Zaman içerisinde bir park haline gelen bölgeye Malta Köşkü, Çadır Köşkü ve Çit Kasrı’nı hediye eder.
Hani bütün Padişahlar yaptırır, ettirir, getirtir deniyor ya. İşte bunların arasında güzide bir istisna, usta bir marangoz çıkar günün birinde... Kendi masasını, kendi başucunu atelyesinde el emeği ile işler bu marangoz. Abdülhamit Han’dır bu müstesna hünkâr. Kimilerinin Kızıl Sultan’ı kimilerinin ise Ulu Hakan’ı olan fakat şüphe götürmeden nevi şahsına münhasır bir kimse olan Abdülhamit, Yıldız’ı mekanı olarak beller ve burayı yıllar içerisinde 12 bin nüfuslu bir saray kasabası haline getirir.
Saltanatının ilk yıllarında İstanbul’da sık sık meydana gelen galeyanlardan korktukça bu ücra tepeye çekilen Abdülhamit, asayiş berkemal oluncaya kadar Yıldız’da kalırmış. Ancak zaman geçtikçe ve deniz kenarındaki Dolmabahçe Sarayı kendisine daha güvensiz geldikçe Yıldız’a ziyaretlerini arttıran Abdülhamit, bir süre sonra bütünüyle 50 yıl öncesinin metruk korusunun içine taşınmaya karar verir.
Yıldız Sarayı kompleksi de Abdülhamit’in taşınmasıyla birlikte yavaş yavaş vücuda gelmeye başlar. Önceleri saray ahalisinin yerleşeceği daireler henüz mevcud olmadığından, birçok kimse çadırlarda ikamet etmek zorunda kalmıştır. İnşaat başladıktan sonra bile ne Dolmabahçe, ne de Çırağan kadar görkemli binalar yapılır. Saray arazisindeki binaların hepsi köşk, şale, pavyon tarzı mütevazi yapılardır.
Günümüzde Barbaros Bulvarı’nın kuzey tarafında, Serencebey yokuşunun tepesinde kalan Yıldız Sarayı, adeta bir kamuflaj içerisinde hiçbir yerden görülmeyecek şekilde tasarlanmıştır. Kalın ve yüksek duvarlarla dış alemden büsbütün ayrılan Saray’ın dışardan görülen tek yapısı ise Büyük Mabeyn’dir. Abdülaziz döneminde yabancı konukları ağırlamak için inşa edilen Büyük Mabeyn, saray surlarının dışına kadar taşar. Art-Nouveau çizgilerinin görüldüğü bu yapı daha sonraları önemli davetlere de ev sahipliği yapar. Büyük Mabeyn’in hemen yanında sarayın üç kapısından biri olan Koltuk kapısı, sarayın ana girişi olarak hizmet eder. Koltuk kapısından girilince karşıya serilen büyük avlu, çeşitli binaların ortasında kalmıştır. Ancak avlunun soluna doğru en çok yüksekçe bir bina göze çarpar. Buraya girişte daha büyük bir kapı vardır adı da Harem kapısıdır.
Harem kapısından içeriye girilince ki o zamanlar sadece Harem takımı buradan girebilirdi, karşıya evvelkinden daha yüksek ve daha kalın bir duvar gelir. İşte Abdülhamit’in asıl hayatı bu duvarın ardında geçmiştir. Yıldız’ın dillere destan hasbahçesi de burada gözlerden en ırak yerdedir. Abdülhamit, Yıldız’a taşındığı ilk yıllarda henüz bu iç bahçeyi yaptırtmadan evvel hep dış bahçede gezermiş. Hatta yalnız başına at ile gezmeye, ava bile çıkarmış. Sonraları korkusundan kendi dairesini ve hasbahçesini hiç bir gün terketmemiş.
Dış Bahçe denilen yer, bugünkü Yıldız Parkı’ndan başkası değildir. İçerisinde Ortaköy tarafına doğru Malta Köşkü, Yeni Köşk, Acem Köşkü, Saraya doğru şahane yapısıyla Şale köşkü, Beşiktaş tarafına doğruysa iki tane yapay havuzu olan bu bahçe, belki de eski İstanbul’dan kalan en değerli mirastır.
Kimselerin görmediği, ancak Saray müze olduktan sonra açığa çıkarılan İç Bahçe (Hasbahçe) ise nispeten daha küçük bir alana yayılır. Burada üçyüz metre uzunluğunda eğri büğrü bir şekilde tasarlanmış bir havuz vardır. Zamanında içerisinde kuğuların, ördeklerin yüzdüğü bu havuzun kenarında sulara, yansımasına bakarak ve hayallere dalarak saatlerce, hatta akşama kadar otururmuş, Abdülhamit. Duygusal bir padişah olan Abdülhamit, marangozluğunun yanı sıra iyi resim yapar ve musikiden de anlarmış.
Yıldız’ın etrafında mevcut irili ufaklı köşklerin birçoğu da Abdülhamit’in kendi icadı olan bir sisteme göre inşa edilmiştir. Bazıları ahşap bir katlı, bir takımları kargir, bir veya iki katlıdır. Küçük binalar için Abdülhamit’in bulduğu sistem gayet kolay ve zaman kazandırıcıdır. Sisteme göre evvela binanın iskeleti yapılırmış, sonra bu iskelet ince tel ile kaplanarak, üzeri çimento ile sıvanırmış. Mesela Almanya İmparatoru geleceği zaman geçit resmi için özel olarak yapılan Talimhane köşkü de bu tarzda inşa edilmiştir. Bu bir katlı köşkün inşaatı ise sadece ve sadece üç gün sürmüştür. Yine bu tarzda inşa olunan daha büyük ve ihtişamlı bir köşk de 15 günde bitirilmiştir. Tabii bu yapıların depreme dayanıklılıkları da tartışılır.
Abdülhamit’in Yıldız hakkında bir diğer keşfi ise buranın askeri açıdan çok stratejik bir nokta olduğunu farketmesidir. Zira bu tepe Beyoğlu, Beşiktaş, İstanbul ve Ortaköy’ün buluştuğu bütün yollara hakimdir. Bunların dışında görüş açısı olarak da Haliç’e Boğaz’a, Üsküdar ile Anadolu sahiline hükmeder. Tarihinden aldığı dersler doğrultusunda, padişah istihbarat ve askeri açıdan bu bölgeye çok fazla yatırım yapar. O zamanın kaynayan Osmanlısında belki de bu korkuları normal karşılamak gerekmektedir.
Hünkar’ın hayatında vazgeçemediği tek nokta namazı olduğu için, Yıldız Sarayı’nın biraz dışarısında kalan Hamidiye Camii’ni de bu yazıya katmak gerekmektedir. Ne kadar büyük tehdit altında olursa olsun, her Cuma selamlığına çıkmakta ısrar etmiştir Abdülhamit. Hatta 1896 depreminden sonra daha herkes camiye girmeye korkarken padişah selamlığa çıkmış, yine 1901 yılındaki deprem esnasında herkes camiden kaçışırken mekanını terketmemiş, 1897 yılında çıkan isyanlar zamanında herkes kendisine suikast yapılmasından korkarken yine o selamlığına çıkmıştır.
Hayatı boyunca korkuları yüzünden koskoca imparatorluğun birkaç kilometrekaresine hapis olan bir padişahın imanı uğruna bu yaptıkları, devleti adına yapması gerekenlerle büyük ölçüde çelişmektedir. Belki de bu sultan’ın İstanbul’a en güzel katkısı, şimdi bile halkı mest eden Yıldız bahçelerini, köşklerini memlekete armağan etmiş olmasıdır.
Thursday, January 29, 2009
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment