MUSTAFA ALTIOKLAR RÖPORTAJI
Tarih: 23 Nisan 2003
Yer: Bebek Kahvesi
F- Merhabalar “O Şimdi Asker” filmi beşinci uzun metrajlı calışmanız, bu filmleri çekmeden önce muhtemelen Türk sinema tarihinden ve karakterlerden de etkilenmissinizdir, mesela size bazı isimler sorsam ve onlar hakkında fikirlerinizi söyleseniz.. Muhsin Ertuğrul’dan başlayalım:
M- Öncelikle ben sunu acıklayayım kendim sinemaya atılmadan once Türk Sinemasından cok fazla etkilenmedim diyebilirim. Ancak bir kaç örnek vererek zaman kaybını engelleyebiliriz. Öncelikle Metin Erksan’dır beni en cok etkileyen isim, ayrıca Türk Sineması veya Dünya Sineması olarak da pek fazla bir ayrım içerisinde değilim. Bende iz bırakan yönetmenlerin basındaki Metin Erksan’ın da kendi calısmalarındaki “film noir” tadı ve titiz çalışmaları beni etkilemiştir. Tabii Dostoyevski romanlarındaki karakter tanımlamalarını andıran sineması, çözümlemelerinde derinlere inme eğilimine rağmen izleyiciye de düşünme payı bırakan tarzı da çok çarpıcıdır. Ayrıca filmlerinde kontrast dengesini uygulama biçimi de bıçak gibi ve etkileyicidir.
F- Peki Metin Erksan dedik onunla devam edelim, kendisi sinemayı bıraktıktan sonra eleştirmenliğe soyunup acımasız eleştiriler yapmıştır dönemin sineması hakkında, peki siz de çağdaş Türk sinemasına onun gibi böyle eleştirel bir gözden baksaydınız bu kadar acımasız olur muydunuz? Ayrıca Türkiye’de sinema eleştirmenliğinin düzeyi iyi bir boyutta mı?
M- Kesinlikle iyi bir boyutta değil. Metin hoca’ya gelince, onun yorumları gerçekten sinematografik değerler ve analitik bir bakış üzerineydi. Ben, Türkiye’de şu anda eleştirmenlik müessesesinin öyle yürümediğinin farkındayım. Türkiye’de de eleştirmenlik, yapılacak olan projelere ışık tutmak üzerine yapılandırılmalıdır ama hayatında hiçbir şey yapmamış birilerinin yapılmış ve bitmiş bir iş üzerine kılavuzluk yapması pozisyonunda olmamalıdır. Eleştirmenlik açıkca fonksiyonel olmalıdır. Fonksiyonel olmayan bir eleştiriyi ve eleştirmeni ben yüzeysel ve kişisel varoluşunu kanıtlamaya çalışan birisi olarak görüyorum.
F- Sizce eleştirmenler bir gövde gösterisi mi yapıyorlar?
M- Hayır çünkü bir gövde dahi yok, beyazperdenin arkasından silik kimliklerini açığa çıkartmadan gizli gizli siperden bomba atmaya benziyor Türkiye’de eleştirmenlik. Genelde Türkiye’de yapısal eleştiriler olmuyor ve konuyu siyasal boyutlara falan çekmeye çalışıyorlar. Herşeyden once eğer eleştirmenler demokratik olduklarını düşünüyorlarsa herkesin basma kalıp ve tek tip film çekmesini beklememelidirler. Eleştirmenler tek kalıba sıkışıp kalıyorlar.
Tabii Genç kusak elestirmenler piyasaya girdikçe biraz daha farklı sesler ve farklı dokulara rastlar olduk ama yine de genc kusağın derinliği konusunda da suphelerim yok değil.
F- Belki zamanla Türkiye’de bir sinema eleştirmenliği aristokrasisi oluşabilir, nasıl son zamanlarda yönetmenler de entellektüel bir bakış yakalayabildiyse, bu gelişimle birlikte eleştirmenlik müessesi de gelişebilir, öyle değil mi?
M- Umarım başkasının yaptığı işten geçinmeye kalkmaktansa, sinema camiasının içinde olarak ülkemiz sinemasına katkıda bulunabileceklerinin farkına varırlar.
F- Peki sizce Metin Erksan’ın yaptığı da olması gerektiği gibi mi? Sinemayı bıraktıktan sonra eleştirilerini yöneltiyor?
M- Hocanın yaptığı eleştiriler çok yol gösterici eleştirilerdir. Altı boş cümleler kullanmaz, nesnel derinlikte neler yatıyorsa onları sıralamıştır arka arkaya… Yeni dönemde dahi böyle şeyler göremiyorum ne yazık ki… Yazıların çoğu sağdan soldan alıntı ve tercüme metinler üzerine kurulu oluyor.
Hatta günümüzde eleştirmenler olaylara tamamen kişisel yaklaşıyorlar. Eğer bi filmin yönetmenine veya senaristine gıcıklarsa tamamen bu hislerle yazılarını yazıyorlar.
Ben şahsen eleştirmenlerin kendi filmlerime gelmelerini istemiyorum. Madem beğenmiyorlar filmlerimi, o zaman gelmesinler. Zaten bu da toplumsal bir görev değil, toplumun ona vermiş olduğu bir görev yok.. kendi kendilerine görev veriyorlar. O yüzden filmlerime gelip 2 saat azap çekmesinler..
F- Peki kimi yönetmenler var ilk günden itibaren eleştirmenler tarafından destekleniyorlar, sizin gibi kitlelere ulaşan filmleri çekenler ise acımasız eleştiriler alabiliyor, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
M- Eleştirmenler immatürler çünkü zaten matür (olgun) olsalar eleştirmen olmazlar. Kendileri bir matürite seviyesine ulaşmış olsalar yaratıcı olacaklar, ama değiller. O yüzden benim onlardan ricam beni görmemeleri ve benimle ilgilenmemeleri.
F- Sinema dili hakkında bikaç sorum olacak size çünkü araştırmam genel anlamıyla Türk sinema dili hakkında, siz daha once Dünya Sineması ve Türkiye Sineması olarak bir ayırım yapmadığınızı söylediniz, Lütfü Akad’a göre Türk halkının kendi yaşayış tarzıyla dogru orantılı olarak durağan ve yalın bir sinema diline ihtiyacı olduğunu düşünüyor, tabii 1960’lar ve 2000’ler arasında türk toplumunda büyük değişimler oldu, yeni Türk Sineması’nın dili size gore nası olmalı?
M- Lütfü Akad da Metin Erksan gibi büyük isimlerden bir tanesi. Ancak ben Türk Sinema dilinin dısında, yönetmenlerin kendi dillerinin olması gerektiğine, bir hikayeci olarak onların kendi dillerini oluşturmalarının gerekliliğine inanıyorum.
F- Ama tabi bazı akımlar var sinemada, mesela Fransız New Age gibi, Türkiye’de böyle bir akım gerekli mi?
M- Bence sinema bireyseldir, o yuzden kendimi bir gruba dahil etmiyorum. Sinema bireysel bir karşı duruştur. Belki ortak bir dil değil de ortak paydalar oluşturulabilir. Dışardan doldurma kalıplar alınarak bir şekilde buraya adapte edilemez o yuzden kendi karakterinizi ve sinemanızı oluşturmanız lazımdır.
F- Peki hekimlikten yararlanıyo musunuz sinemada?
M- Hehehe… Evet tabii orada doktorluğun analitik bakış açısını sinemada da kullanıyorum. Özellikle hekimlikteki hafiyelik unsurunu sinemada cok kullanıyorum.
F- Sinema Diline dönersek?
M- Bence Türk Sinemasında ancak bir ortak payda oluşturulabilir. Benim bir gözlemim var bu konuda:
Doğu akdeniz toplumunun özelliklerini barındıran filmler, bizim halkımızı yansıtan filmlerdir. Bu filmler de halk tarafından izlenir ve sevilir. Genel akdeniz karakteristikleri olunca türkiyede filmler beğeniliyor.
Ayrıca türk halkının bir özelliği bugi bugi yapabilmesi yani bir trajedi anından bir komedi unsuruna anında kendi ruh halini taşıyabilmesidir. En yükseklerden en derinlere 72 duyguyu yaşayarak geçebilen bir yapısı var bizim akdeniz toplumunun. Tamamen umutsuz ve karamsar filmler bize gore değil çünkü biz Türkler böyle değiliz. En dibe vurduğumuzda dahi baklava börek yiyebilen insanlarız. Tabii en mutlu anımızda da bir anda kendimizi trajediye vurabiliriz. Filmlerdeki samimiyet işte çok önemli… mesela Lütfü Akad’ın durgun sinemasına karşılık benim hareketli sinemam belki bu duygu yoğunluğunu ve ekstremleri anlatabilmek açısından bir farklılık yaratıyor.
F- Peki siz bu hareketli tarzınızla topluma bir kültür, bir sinema izleme kültürü aşılamak mı istiyorsunuz?
M- Böyle bir misyonum yok ama yine de filmlerimde satır aralarında söylediğim bazı sözler,- bazı fikirler vardır. Yani hamile bir kadının karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi içimden dışarıya doğru tekme atan rahatsızlıklarımı filmlerde dile getiriyorum. Benim orada söylediklerimi dışarı alsanız zaten kalan kısım bir kakara kikiri’dir. Geriye kalan kısım fondur.
Ama ben de bu fikirlerin arka arkaya yogun bir sekilde geldiği filmler yerine fonda insanların eğlenerek ve kendilerinden birşeyler bularak izledikleri filmleri çekiyorum. Tabii orta yerinde bu fikirlerle bombayı patlatarak insanları düşünmeye sevk etmeye çalışıyorum.
Bunları gözden kaçıran eleştirmenlerin de yanlış yaptıkları nokta budur.
F- Mesela “özümü arıyorum” dediniz “İstanbul Kanatlarımın Altında” filminde?
M- Işte bu da benim orada anlatmaya çalıştığım, Hezarfen’in bireyselliğini aramaya çalışmasına bir göndermeydi. Zaten uçmak da ilk çağlardan beri özgürlüğün ve bireyselliğin semboludur.
Özü aramak meselesi de dervişlikte bektaşilikte ve sufilikte bir kavramdır. Bireyin kendisine seyahattir.
F- Peki filmografinize baktığımızda 5 filminizin arasında kendinizi en iyi ifade eden hangisi?
M- Hepsinde birbirinden daha iyi olan taraflar var. ama sunu söyleyeyim dramaturjik tecrübem ve hikaye anlatım tecrübemin her yeni filmed biraz daha ilerlediğini görüyorum. Ama bu gelişmeyle beraber belki de saf filtrelerim de kayboluyor diyebilirim. Önceki filmlerimde de çok saf dokular görüyorum, daha az kirlenmişlik hissediyorum. Tabi ilerde bunları daha iyi değerlendirebeceğimi düşünüyorum.
F- Kimi sinemacılar ilk filmlerinde başarılı olduktan sonra o noktayı tekrar yakalıyamıyorlar, siz zaman içerisinde kendi sinema dilinize kendinizi çok kaptırıp kitlesellikten uzaklaşmaktan korkuyor musunuz, veya ilerde böyle bir niyetiniz var mı?
M- Kesinlikle kitlesel sinemaya devam etmek istiyorum. Tabii önüme bir gün de bağımsız sinema için fırsatlar çıkarsa, bunları da değerlendirmek isterim. Ben zaten hala kısa metrajlı filmler çekiyorum. Bu alan zaten dilediğiniz gibi deneysel ve sürreel çalışmalar yapabileceğiniz bir mecra. Uzun metrajlı filmlerin doğasında kitleye ulaşmak gibi bir kaygı vardır.
F- Siz global bir yaklaşımla sinemayı yorumluyorsunuz, ben mesela filmlerinizde bir Fransız fimleri havası sezmekteyim, özellikle “Asansör” filminin daha önce Fransa’da çekilmiş bir versiyonu var..
M- Soruna geçmeden öncelikle kısa bir açıklama yapayım, ben o versiyonu filmimin çekimlerine başladığım sıralarda izleyebildim ve varlığından haberim yoktu. Bana dediler ki senin üzerinde çalıştığın kitabın filmini “belçikalılar” yapmışlar. Ben zaten kitabı yıllar once okumuş ve ona gore bir yeni senaryo yazmıştım. Benim senaryom farklıydı. Nedensel ve sonuçsal bağlamda iki film arasında bir benzerlik yok zaten.
F- Ben zaten o açıdan değil Fransız filmlerine benzemesi açısından ele alacaktım “Asansörü”
M- Tabii senin dediğine göre bir Fransız “film noir” etkisi “Asansör”de var. Böyle bir yapı var. Ama bu belki de doğal olarak gelmiştir, kapalı mekan ve 2 kişi diyince böyle tadlar alınıyor filmlerde.. ama Asansör benim sinema dilim açısından, en sinematografik olanıdır.
F- Ticari olarak da en az para kazandırmış
M- Eh tabi, o açıdan yazık oldu ama zaten ulaşabileceği kitle belli ve kısıtlıydı.
F- Asansör filminde Mozart’ın Requiem’ını tekno altyapısı ile tekrar kompoze etmişsiniz. Burdan film müziklerine biraz geçelim çünkü benim açımdan filmlerde kullanılan müzikler de en az görüntüler kadar önemlidir. Zaten bunu siz de söylemişsiniz bir röportajda “körler için film” yapmak istiyorum diye, nasıl yapıyosunuz?
M- Müzik konusunda cok birikimli ve yetenekli değilim ama müzisyenlerime bazı örnekler veriyorum ve o tadı dokuyu yakalamalarını istiyorum. Müzisyenlerim de bana bazı çalışmalarla geliyorlar. Ayrıca müziği kime teslim edeceksem onun geçmişi de benim için bir referans oluyor. Son filmimde “jingle house” ile çalıştım ve galiba en uyumlu en istediğim tarzı, ruhuma en yatkın müziği onlar yakaladı. Leb dedim, leblebileri önüme döktüler.
F- Daha konuşacak şey çok ama vaktimiz kısıtlı, çok teşekkür ediyorum size...
M- Ben tesekkür ediyorum okul ve iş hayatında başarılar..
Thursday, January 29, 2009
Mayıs 2003 - Yıldız Sarayı Hakkında...
Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Beşiktaş’ın ardında metruk bir koruluktan başka bir şey olmayan, fakat şimdiki İstanbul’un merkezinde bütün ihtişamı ile ışıldayan Yıldız, Dersaadet’in gelmiş geçmiş en güzel bahçelerinden türlüsünü, Art-Nouveau döneminin en ilginç yapılarını içinde barındıran bir dünyadır. Ancak bu güzelliğini elde edebilene kadar üç padişah, bir tane de imparatorluk eskitmiştir burası. Zaten doğrusunu söylemek gerekirse, öylesine unutulmuş, öylesine vahşi bir araziyi talim etmek her babayiğidin harcı da değildir.
Ancak vakti zamanında, yani Hicri 1250 (1835) civarlarında -İstanbul Boğazı’nın yeni yeni revaçta olduğu dönemler- bu heybetli araziye bir köşk yaptırmaya karar veren bir yiğit Sultan II. Mahmud ortaya çıkar. Burayı mekan eylemesinin nedeni ise o metruk korununun tepesinden boğazın, haliçin ve hatta lodoslu günlerde adaların bile ayaklar altına serilmesidir. Bu öylesine bir manzaradır ki, köşk nâmını semalardaki Yıldız’dan alır. Arazinin ilk bahçesi de bu köşkün önünde vücuda getirilir.
Sultan Mahmud, buranın pek keyfini süremese de ondan sonra gelen padişah Sultan Abdülmecid, Yıldız’a daha büyük bir köşk yaptırmaya karar verir. Padişah’ın buyruğu üzerine yapılan yeni köşke, rivayete göre “Yıldız” adında alımlı bir cariyesi yerleşir. Tabii o zamanlar hünkar, Dolmabahçe sarayında ikamet etmekte olduğu için zaman zaman sevgili köşkünü ve bittabi cariyesini ziyarete gider.
Yıllar geçtikçe ve Altın Boynuz şanını şöhretini yavaş yavaş kaybettikçe, Dolmabahçe ile başlayan Boğaz’a yayılma hamlesi yavaş yavaş Ortaköy taraflarına doğru kayar. Pehlivan Sultan, Abdülaziz Han, İstanbul’un yeni gözdesi Ortaköy-Beşiktaş arasına görkemli bir saray yaptırmak için kolları sıvar. Daha doğrusu kolları sıvatır. Ne de olsa koca Osmanlı Padişahından, Müslümanların da Halifesinden bahsediyoruz burada... Neyse, dönemin mimarları, mühendisleri bir kaç senelik hummalı bir çalışmadan sonra Çırağan Sarayı şaheserini ortaya çıkarırlar. Tabii taa tepelerden yeni saraya kadar inen yemyeşil Yıldız’ın da bu sarayın açılmasıyla şansı açılır. Çırağan’ın inşasından hemen sonra Ortaköy yolunun üzerinden Yıldız’a bir köprü yapılır. Amma velakin bu köprü sadece saray evkafına hizmet etmek içindir. Abdülaziz Han, bu köprüyü yaptırdıktan sonra Yıldız’ı ihya eder. Zaman içerisinde bir park haline gelen bölgeye Malta Köşkü, Çadır Köşkü ve Çit Kasrı’nı hediye eder.
Hani bütün Padişahlar yaptırır, ettirir, getirtir deniyor ya. İşte bunların arasında güzide bir istisna, usta bir marangoz çıkar günün birinde... Kendi masasını, kendi başucunu atelyesinde el emeği ile işler bu marangoz. Abdülhamit Han’dır bu müstesna hünkâr. Kimilerinin Kızıl Sultan’ı kimilerinin ise Ulu Hakan’ı olan fakat şüphe götürmeden nevi şahsına münhasır bir kimse olan Abdülhamit, Yıldız’ı mekanı olarak beller ve burayı yıllar içerisinde 12 bin nüfuslu bir saray kasabası haline getirir.
Saltanatının ilk yıllarında İstanbul’da sık sık meydana gelen galeyanlardan korktukça bu ücra tepeye çekilen Abdülhamit, asayiş berkemal oluncaya kadar Yıldız’da kalırmış. Ancak zaman geçtikçe ve deniz kenarındaki Dolmabahçe Sarayı kendisine daha güvensiz geldikçe Yıldız’a ziyaretlerini arttıran Abdülhamit, bir süre sonra bütünüyle 50 yıl öncesinin metruk korusunun içine taşınmaya karar verir.
Yıldız Sarayı kompleksi de Abdülhamit’in taşınmasıyla birlikte yavaş yavaş vücuda gelmeye başlar. Önceleri saray ahalisinin yerleşeceği daireler henüz mevcud olmadığından, birçok kimse çadırlarda ikamet etmek zorunda kalmıştır. İnşaat başladıktan sonra bile ne Dolmabahçe, ne de Çırağan kadar görkemli binalar yapılır. Saray arazisindeki binaların hepsi köşk, şale, pavyon tarzı mütevazi yapılardır.
Günümüzde Barbaros Bulvarı’nın kuzey tarafında, Serencebey yokuşunun tepesinde kalan Yıldız Sarayı, adeta bir kamuflaj içerisinde hiçbir yerden görülmeyecek şekilde tasarlanmıştır. Kalın ve yüksek duvarlarla dış alemden büsbütün ayrılan Saray’ın dışardan görülen tek yapısı ise Büyük Mabeyn’dir. Abdülaziz döneminde yabancı konukları ağırlamak için inşa edilen Büyük Mabeyn, saray surlarının dışına kadar taşar. Art-Nouveau çizgilerinin görüldüğü bu yapı daha sonraları önemli davetlere de ev sahipliği yapar. Büyük Mabeyn’in hemen yanında sarayın üç kapısından biri olan Koltuk kapısı, sarayın ana girişi olarak hizmet eder. Koltuk kapısından girilince karşıya serilen büyük avlu, çeşitli binaların ortasında kalmıştır. Ancak avlunun soluna doğru en çok yüksekçe bir bina göze çarpar. Buraya girişte daha büyük bir kapı vardır adı da Harem kapısıdır.
Harem kapısından içeriye girilince ki o zamanlar sadece Harem takımı buradan girebilirdi, karşıya evvelkinden daha yüksek ve daha kalın bir duvar gelir. İşte Abdülhamit’in asıl hayatı bu duvarın ardında geçmiştir. Yıldız’ın dillere destan hasbahçesi de burada gözlerden en ırak yerdedir. Abdülhamit, Yıldız’a taşındığı ilk yıllarda henüz bu iç bahçeyi yaptırtmadan evvel hep dış bahçede gezermiş. Hatta yalnız başına at ile gezmeye, ava bile çıkarmış. Sonraları korkusundan kendi dairesini ve hasbahçesini hiç bir gün terketmemiş.
Dış Bahçe denilen yer, bugünkü Yıldız Parkı’ndan başkası değildir. İçerisinde Ortaköy tarafına doğru Malta Köşkü, Yeni Köşk, Acem Köşkü, Saraya doğru şahane yapısıyla Şale köşkü, Beşiktaş tarafına doğruysa iki tane yapay havuzu olan bu bahçe, belki de eski İstanbul’dan kalan en değerli mirastır.
Kimselerin görmediği, ancak Saray müze olduktan sonra açığa çıkarılan İç Bahçe (Hasbahçe) ise nispeten daha küçük bir alana yayılır. Burada üçyüz metre uzunluğunda eğri büğrü bir şekilde tasarlanmış bir havuz vardır. Zamanında içerisinde kuğuların, ördeklerin yüzdüğü bu havuzun kenarında sulara, yansımasına bakarak ve hayallere dalarak saatlerce, hatta akşama kadar otururmuş, Abdülhamit. Duygusal bir padişah olan Abdülhamit, marangozluğunun yanı sıra iyi resim yapar ve musikiden de anlarmış.
Yıldız’ın etrafında mevcut irili ufaklı köşklerin birçoğu da Abdülhamit’in kendi icadı olan bir sisteme göre inşa edilmiştir. Bazıları ahşap bir katlı, bir takımları kargir, bir veya iki katlıdır. Küçük binalar için Abdülhamit’in bulduğu sistem gayet kolay ve zaman kazandırıcıdır. Sisteme göre evvela binanın iskeleti yapılırmış, sonra bu iskelet ince tel ile kaplanarak, üzeri çimento ile sıvanırmış. Mesela Almanya İmparatoru geleceği zaman geçit resmi için özel olarak yapılan Talimhane köşkü de bu tarzda inşa edilmiştir. Bu bir katlı köşkün inşaatı ise sadece ve sadece üç gün sürmüştür. Yine bu tarzda inşa olunan daha büyük ve ihtişamlı bir köşk de 15 günde bitirilmiştir. Tabii bu yapıların depreme dayanıklılıkları da tartışılır.
Abdülhamit’in Yıldız hakkında bir diğer keşfi ise buranın askeri açıdan çok stratejik bir nokta olduğunu farketmesidir. Zira bu tepe Beyoğlu, Beşiktaş, İstanbul ve Ortaköy’ün buluştuğu bütün yollara hakimdir. Bunların dışında görüş açısı olarak da Haliç’e Boğaz’a, Üsküdar ile Anadolu sahiline hükmeder. Tarihinden aldığı dersler doğrultusunda, padişah istihbarat ve askeri açıdan bu bölgeye çok fazla yatırım yapar. O zamanın kaynayan Osmanlısında belki de bu korkuları normal karşılamak gerekmektedir.
Hünkar’ın hayatında vazgeçemediği tek nokta namazı olduğu için, Yıldız Sarayı’nın biraz dışarısında kalan Hamidiye Camii’ni de bu yazıya katmak gerekmektedir. Ne kadar büyük tehdit altında olursa olsun, her Cuma selamlığına çıkmakta ısrar etmiştir Abdülhamit. Hatta 1896 depreminden sonra daha herkes camiye girmeye korkarken padişah selamlığa çıkmış, yine 1901 yılındaki deprem esnasında herkes camiden kaçışırken mekanını terketmemiş, 1897 yılında çıkan isyanlar zamanında herkes kendisine suikast yapılmasından korkarken yine o selamlığına çıkmıştır.
Hayatı boyunca korkuları yüzünden koskoca imparatorluğun birkaç kilometrekaresine hapis olan bir padişahın imanı uğruna bu yaptıkları, devleti adına yapması gerekenlerle büyük ölçüde çelişmektedir. Belki de bu sultan’ın İstanbul’a en güzel katkısı, şimdi bile halkı mest eden Yıldız bahçelerini, köşklerini memlekete armağan etmiş olmasıdır.
Ancak vakti zamanında, yani Hicri 1250 (1835) civarlarında -İstanbul Boğazı’nın yeni yeni revaçta olduğu dönemler- bu heybetli araziye bir köşk yaptırmaya karar veren bir yiğit Sultan II. Mahmud ortaya çıkar. Burayı mekan eylemesinin nedeni ise o metruk korununun tepesinden boğazın, haliçin ve hatta lodoslu günlerde adaların bile ayaklar altına serilmesidir. Bu öylesine bir manzaradır ki, köşk nâmını semalardaki Yıldız’dan alır. Arazinin ilk bahçesi de bu köşkün önünde vücuda getirilir.
Sultan Mahmud, buranın pek keyfini süremese de ondan sonra gelen padişah Sultan Abdülmecid, Yıldız’a daha büyük bir köşk yaptırmaya karar verir. Padişah’ın buyruğu üzerine yapılan yeni köşke, rivayete göre “Yıldız” adında alımlı bir cariyesi yerleşir. Tabii o zamanlar hünkar, Dolmabahçe sarayında ikamet etmekte olduğu için zaman zaman sevgili köşkünü ve bittabi cariyesini ziyarete gider.
Yıllar geçtikçe ve Altın Boynuz şanını şöhretini yavaş yavaş kaybettikçe, Dolmabahçe ile başlayan Boğaz’a yayılma hamlesi yavaş yavaş Ortaköy taraflarına doğru kayar. Pehlivan Sultan, Abdülaziz Han, İstanbul’un yeni gözdesi Ortaköy-Beşiktaş arasına görkemli bir saray yaptırmak için kolları sıvar. Daha doğrusu kolları sıvatır. Ne de olsa koca Osmanlı Padişahından, Müslümanların da Halifesinden bahsediyoruz burada... Neyse, dönemin mimarları, mühendisleri bir kaç senelik hummalı bir çalışmadan sonra Çırağan Sarayı şaheserini ortaya çıkarırlar. Tabii taa tepelerden yeni saraya kadar inen yemyeşil Yıldız’ın da bu sarayın açılmasıyla şansı açılır. Çırağan’ın inşasından hemen sonra Ortaköy yolunun üzerinden Yıldız’a bir köprü yapılır. Amma velakin bu köprü sadece saray evkafına hizmet etmek içindir. Abdülaziz Han, bu köprüyü yaptırdıktan sonra Yıldız’ı ihya eder. Zaman içerisinde bir park haline gelen bölgeye Malta Köşkü, Çadır Köşkü ve Çit Kasrı’nı hediye eder.
Hani bütün Padişahlar yaptırır, ettirir, getirtir deniyor ya. İşte bunların arasında güzide bir istisna, usta bir marangoz çıkar günün birinde... Kendi masasını, kendi başucunu atelyesinde el emeği ile işler bu marangoz. Abdülhamit Han’dır bu müstesna hünkâr. Kimilerinin Kızıl Sultan’ı kimilerinin ise Ulu Hakan’ı olan fakat şüphe götürmeden nevi şahsına münhasır bir kimse olan Abdülhamit, Yıldız’ı mekanı olarak beller ve burayı yıllar içerisinde 12 bin nüfuslu bir saray kasabası haline getirir.
Saltanatının ilk yıllarında İstanbul’da sık sık meydana gelen galeyanlardan korktukça bu ücra tepeye çekilen Abdülhamit, asayiş berkemal oluncaya kadar Yıldız’da kalırmış. Ancak zaman geçtikçe ve deniz kenarındaki Dolmabahçe Sarayı kendisine daha güvensiz geldikçe Yıldız’a ziyaretlerini arttıran Abdülhamit, bir süre sonra bütünüyle 50 yıl öncesinin metruk korusunun içine taşınmaya karar verir.
Yıldız Sarayı kompleksi de Abdülhamit’in taşınmasıyla birlikte yavaş yavaş vücuda gelmeye başlar. Önceleri saray ahalisinin yerleşeceği daireler henüz mevcud olmadığından, birçok kimse çadırlarda ikamet etmek zorunda kalmıştır. İnşaat başladıktan sonra bile ne Dolmabahçe, ne de Çırağan kadar görkemli binalar yapılır. Saray arazisindeki binaların hepsi köşk, şale, pavyon tarzı mütevazi yapılardır.
Günümüzde Barbaros Bulvarı’nın kuzey tarafında, Serencebey yokuşunun tepesinde kalan Yıldız Sarayı, adeta bir kamuflaj içerisinde hiçbir yerden görülmeyecek şekilde tasarlanmıştır. Kalın ve yüksek duvarlarla dış alemden büsbütün ayrılan Saray’ın dışardan görülen tek yapısı ise Büyük Mabeyn’dir. Abdülaziz döneminde yabancı konukları ağırlamak için inşa edilen Büyük Mabeyn, saray surlarının dışına kadar taşar. Art-Nouveau çizgilerinin görüldüğü bu yapı daha sonraları önemli davetlere de ev sahipliği yapar. Büyük Mabeyn’in hemen yanında sarayın üç kapısından biri olan Koltuk kapısı, sarayın ana girişi olarak hizmet eder. Koltuk kapısından girilince karşıya serilen büyük avlu, çeşitli binaların ortasında kalmıştır. Ancak avlunun soluna doğru en çok yüksekçe bir bina göze çarpar. Buraya girişte daha büyük bir kapı vardır adı da Harem kapısıdır.
Harem kapısından içeriye girilince ki o zamanlar sadece Harem takımı buradan girebilirdi, karşıya evvelkinden daha yüksek ve daha kalın bir duvar gelir. İşte Abdülhamit’in asıl hayatı bu duvarın ardında geçmiştir. Yıldız’ın dillere destan hasbahçesi de burada gözlerden en ırak yerdedir. Abdülhamit, Yıldız’a taşındığı ilk yıllarda henüz bu iç bahçeyi yaptırtmadan evvel hep dış bahçede gezermiş. Hatta yalnız başına at ile gezmeye, ava bile çıkarmış. Sonraları korkusundan kendi dairesini ve hasbahçesini hiç bir gün terketmemiş.
Dış Bahçe denilen yer, bugünkü Yıldız Parkı’ndan başkası değildir. İçerisinde Ortaköy tarafına doğru Malta Köşkü, Yeni Köşk, Acem Köşkü, Saraya doğru şahane yapısıyla Şale köşkü, Beşiktaş tarafına doğruysa iki tane yapay havuzu olan bu bahçe, belki de eski İstanbul’dan kalan en değerli mirastır.
Kimselerin görmediği, ancak Saray müze olduktan sonra açığa çıkarılan İç Bahçe (Hasbahçe) ise nispeten daha küçük bir alana yayılır. Burada üçyüz metre uzunluğunda eğri büğrü bir şekilde tasarlanmış bir havuz vardır. Zamanında içerisinde kuğuların, ördeklerin yüzdüğü bu havuzun kenarında sulara, yansımasına bakarak ve hayallere dalarak saatlerce, hatta akşama kadar otururmuş, Abdülhamit. Duygusal bir padişah olan Abdülhamit, marangozluğunun yanı sıra iyi resim yapar ve musikiden de anlarmış.
Yıldız’ın etrafında mevcut irili ufaklı köşklerin birçoğu da Abdülhamit’in kendi icadı olan bir sisteme göre inşa edilmiştir. Bazıları ahşap bir katlı, bir takımları kargir, bir veya iki katlıdır. Küçük binalar için Abdülhamit’in bulduğu sistem gayet kolay ve zaman kazandırıcıdır. Sisteme göre evvela binanın iskeleti yapılırmış, sonra bu iskelet ince tel ile kaplanarak, üzeri çimento ile sıvanırmış. Mesela Almanya İmparatoru geleceği zaman geçit resmi için özel olarak yapılan Talimhane köşkü de bu tarzda inşa edilmiştir. Bu bir katlı köşkün inşaatı ise sadece ve sadece üç gün sürmüştür. Yine bu tarzda inşa olunan daha büyük ve ihtişamlı bir köşk de 15 günde bitirilmiştir. Tabii bu yapıların depreme dayanıklılıkları da tartışılır.
Abdülhamit’in Yıldız hakkında bir diğer keşfi ise buranın askeri açıdan çok stratejik bir nokta olduğunu farketmesidir. Zira bu tepe Beyoğlu, Beşiktaş, İstanbul ve Ortaköy’ün buluştuğu bütün yollara hakimdir. Bunların dışında görüş açısı olarak da Haliç’e Boğaz’a, Üsküdar ile Anadolu sahiline hükmeder. Tarihinden aldığı dersler doğrultusunda, padişah istihbarat ve askeri açıdan bu bölgeye çok fazla yatırım yapar. O zamanın kaynayan Osmanlısında belki de bu korkuları normal karşılamak gerekmektedir.
Hünkar’ın hayatında vazgeçemediği tek nokta namazı olduğu için, Yıldız Sarayı’nın biraz dışarısında kalan Hamidiye Camii’ni de bu yazıya katmak gerekmektedir. Ne kadar büyük tehdit altında olursa olsun, her Cuma selamlığına çıkmakta ısrar etmiştir Abdülhamit. Hatta 1896 depreminden sonra daha herkes camiye girmeye korkarken padişah selamlığa çıkmış, yine 1901 yılındaki deprem esnasında herkes camiden kaçışırken mekanını terketmemiş, 1897 yılında çıkan isyanlar zamanında herkes kendisine suikast yapılmasından korkarken yine o selamlığına çıkmıştır.
Hayatı boyunca korkuları yüzünden koskoca imparatorluğun birkaç kilometrekaresine hapis olan bir padişahın imanı uğruna bu yaptıkları, devleti adına yapması gerekenlerle büyük ölçüde çelişmektedir. Belki de bu sultan’ın İstanbul’a en güzel katkısı, şimdi bile halkı mest eden Yıldız bahçelerini, köşklerini memlekete armağan etmiş olmasıdır.
Haziran 2003 - FENG SHUI hakkında
FENG-SHUI
Doğunun mistik atmosferi ile uzakdoğu esintileri son zamanlarda ülkemizde de hissedilmeye başlandı. Çinliler esintiye, yani rüzgara “Feng” diyorlar. “Shui” ise insan varlığının en temel maddesi “su” demek. “Feng-Shui” ise tam 4000 yıllık geçmişi olan bir felsefe Çinliler için. Türkiye bu kavramla daha birkaç sene önce tanışmış. Şimdilik bazı kentlerde elit kesim tarafından benimsenen bu yöntem ve uygulamaları, ilerde bütün yurda yayılır mı bilinmez ama hali hazırda çeşitli dernekler açılmış bile. Hatta “Feng-Shui” kurslarına rağbet edenlerin sayıları da gün geçtikçe artmakta.
Peki nedir bu gizemli öğreti?
Çin felsefesine göre Feng Shui, insanların yaşadığı iç ve dış mekanlarda hayatlarını etkileyecek olumlu etkenlerin arttırılmasını, olumsuz etkenlerin de önlenmesini gösteren yöntemler bütünüdür. Bu yöntemlerin buluştuğu nokta ise doğa güçlerini yönlendirmek ve pozitif enerjiyi ortaya çıkarmaktır.
CHI
Günümüzde bilim adamları tüm evrenin bir titreşime sahip olduğunu ve bir enerji gücü ile birbirine bağlı olduğunu kabul etmektedir. İşte Feng Shui, bu yaşamsal enerjiye Chi diyor. Bu enerjinin nasıl doğru olarak hareket ettiğinin öğrenilmesi ve Chi'den en iyi şekilde yararlanmak, insanların yaşantısında önemli iyileşmeler sağlamayı hedef almaktadır. Çünkü kimilerine göre Chi yaşam veren bir enerjidir. Bu nedenle bir binanın nereye, hangi konumda inşa edilmesi veya bir evin, odanın nasıl dekore edilmesi gerektiği önemlidir. Tüm bu düzenlemelerin amacı, ortamda denge, uyum ve doğru Chi akışını sağlamaktır.
Pozitif enerjiyi ortaya çıkarmak ise o kadar kolay değildir, çünkü “Feng Shui” kavramının dayandığı ana felsefe olan Yin Yang’a göre evrende negatif ve pozitif enerjiler eşit şekilde dağılmış ve bir denge oluşturmuştur. Çinlilere göre hem bu dengeyi korurken, Yang (pozitif) güçlerinden yararlanmak, hem de Chi akışını düzene sokmak “Feng-shui” yöntemleri sayesinde mümkün olmaktadır.
Çinli bilgelere göre Chi iyi aktığında insane yaşantısı uyumlu ve dengeli olur. Durgunlaştığındaysa, hastalıklara ve şanssızlıklara neden olabilir.
İnanışa göre, Chi dört farklı pusula yönünden dört farklı yaşamsal enerjiyi taşır. Bunlar;
Sheng Chi - doğu yönünün bilge enerjisi
Yang Chi - güneyin güçlendirici enerjisi
T'sang Chi - kuzeyin besleyici enerjisi
Sha Chi - batının yıkıcı enerjisidir.
Atmosferimiz yaşamsal enerji hatlarıyla doludur. Bu enerjilerden bazıları olumlu pozitif, bazıları da zararlı negatiftir. Pozitif enerji olan Sheng Chi, (Şefkatli nefes) çok büyük şans, bolluk ve mutluluk getirir. Bulunulan mekana bu enerji çekilebildiği takdirde kişinin talihi açılır. Negatif enerji ise Sha Chi'yi (öldüren nefesi) yaratır. Eğer insanların eşyaları kayboluyorsa, sık sık hastalanılıyorsa ve problemleri bir türlü onların peşini bırakmıyorsa, bu öğretiye göre Sha Chi onları çevrelemiştir.
Chi her yerde mevcuttur ve atmosferde salınır, durur. Hayatın tadını çıkarmak, başarılı ve zengin olmak, iyi bir aile ve aşk yaşamı için Sheng Chi'yi (pozitif enerjiyi) harekete geçirmek ve Sha Chi'yi (negatif enerjiyi) defetmek gerekmektedir. Zaten Feng Shui çalışmasının amacı da budur..
YAŞAM ALANINIZDA FENG-SHUI
Sokak kapınızı açtığınızda Chi içeri girer. Evinize canlılık ve yaşam getirir. Ve Chi her geçtiği yerden, artık enerjileri de toplar. Eğer eviniz mezarlığa bakıyorsa kederi toplar. Mezbahaya veya kasaba bakıyorsa acıyı toplar. Eğer eviniz güzel bir manzaraya karşıysa, doğal olarak Chi'de evinize güzelliği getirecektir. Eğer eviniz hoşunuza gitmeyen görüntülere bakıyorsa, sakın umutsuzluğa kapılmayın. Chi, evinize girmeden önce onu saflaştırmanın veya düzeltmenin yolları vardır..
5 ELEMENT
Feng Shui'nin dayandığı diğer bir unsur da çevremizdeki beş elementtir. Bunlar, ateş, toprak, metal, su ve ağaç'tır. Çinliler evrendeki her şeyin, insanlar da dahil olmak üzere, bu beş elementten birine ait olduğuna ve birbirlerini etkileme biçimine göre yaşamlarını yönlendirdiğine inanırlar. Elementlerden her biri, Chi'nin ayrı bir yolla ifadesidir. Feng Shui uygulamaları, elementlerin ilişkilerine de büyük önem veren bir uygulama. Herhangi bir mekandaki objelerin ve yönlerin ait olduğu elementler, birbirine zarar vermemelidir. Feng Shui esasları çerçevesinde herhangi bir değişiklik yapmadan önce mutlaka elementlerin birbirleri ile yaratıcı ve yıpratıcı döngüdeki ilişkileri analiz edilmelidir. .
FENG SHUI EFSANESI
İçerisinde böyle derin teoriler barındıran bu Çin öğretisinin, kuşaklardır anlatılan bir de efsanesi var. Gençlik dönemlerini fakirlik içerisinde dilencilik ve hırsızlık yaparak geçiren Chu Yuan Chuan, babasının mezarındaki çok kuvvetli feng shui sayesinde son Moğol imparatorunu tahtından indirerek Çin’de başa geçtiği söylenmektedir. Ming hanedanını başlatan Chuan’ın, hatta tahta geçtikten sonra tüm feng shui rahiplerini ölümle cezalandırdığı ve yanlış yazdırarak hazırlattığı feng shui kitaplarını bütün ülkeye dağıttırdığı zannedilmekte. Bu yüzden bazı kaynaklara göre Üçüncü Ming İmparatoru Yong Le, Pekin'de Yasak Şehri ("Forbidden City") inşa ederken, mimarlar dağıtılan yanlış feng shui kitaplarındaki öğretileri kullandığı için, yapılan bütün binaların kısa bir süre sonra yerle bir olduğu söylenmekte.
PAZARLAMA
Doğu’da bu kadar önem verilen bir felsefenin batı toplumlarındaki uygulaması aynı gözükse bile farklı amaçları içerisinde barındırmakta. Öncelikle iç dekorasyon meslek dalı ile iç içe olan “feng shui” git gide kapitalistik bir unsur haline gelmektedir. Hatta “feng shui” kursları, “feng shui” kitapları ve ürünleri derken büsbütün bir Pazar haline gelen bu yeni moda, insanların kendi iç huzurunu sağlamak iddiasının yanı sıra finansal olarak da yüksek külfetler getiriyor. Örneğin Türkiye’de bir uzman, komple feng-shui dekorasyonunu metrekaresi 8 dolara yapıyor. Bir başkası 100 metrekarelik evden 500 milyon TL alarak sorunlu köşeleri yeniden düzenliyor. Bu hizmetlerin hiçbirine feng-shui için alınması gereken otantik malzemeler dahil değil.
Kendi içerisinde bazı mantıklı psikolojik değerlendirmeler barındıran bu egzotik sanat & felsefe, muhtemelen bir kaç sene içerisinde Türkiye’de önemli bir ev harcaması olarak ailelerin bütçesine yük getirerek, onların “Sha Chi” ile çevrelenmesine sebep olacak.
Doğunun mistik atmosferi ile uzakdoğu esintileri son zamanlarda ülkemizde de hissedilmeye başlandı. Çinliler esintiye, yani rüzgara “Feng” diyorlar. “Shui” ise insan varlığının en temel maddesi “su” demek. “Feng-Shui” ise tam 4000 yıllık geçmişi olan bir felsefe Çinliler için. Türkiye bu kavramla daha birkaç sene önce tanışmış. Şimdilik bazı kentlerde elit kesim tarafından benimsenen bu yöntem ve uygulamaları, ilerde bütün yurda yayılır mı bilinmez ama hali hazırda çeşitli dernekler açılmış bile. Hatta “Feng-Shui” kurslarına rağbet edenlerin sayıları da gün geçtikçe artmakta.
Peki nedir bu gizemli öğreti?
Çin felsefesine göre Feng Shui, insanların yaşadığı iç ve dış mekanlarda hayatlarını etkileyecek olumlu etkenlerin arttırılmasını, olumsuz etkenlerin de önlenmesini gösteren yöntemler bütünüdür. Bu yöntemlerin buluştuğu nokta ise doğa güçlerini yönlendirmek ve pozitif enerjiyi ortaya çıkarmaktır.
CHI
Günümüzde bilim adamları tüm evrenin bir titreşime sahip olduğunu ve bir enerji gücü ile birbirine bağlı olduğunu kabul etmektedir. İşte Feng Shui, bu yaşamsal enerjiye Chi diyor. Bu enerjinin nasıl doğru olarak hareket ettiğinin öğrenilmesi ve Chi'den en iyi şekilde yararlanmak, insanların yaşantısında önemli iyileşmeler sağlamayı hedef almaktadır. Çünkü kimilerine göre Chi yaşam veren bir enerjidir. Bu nedenle bir binanın nereye, hangi konumda inşa edilmesi veya bir evin, odanın nasıl dekore edilmesi gerektiği önemlidir. Tüm bu düzenlemelerin amacı, ortamda denge, uyum ve doğru Chi akışını sağlamaktır.
Pozitif enerjiyi ortaya çıkarmak ise o kadar kolay değildir, çünkü “Feng Shui” kavramının dayandığı ana felsefe olan Yin Yang’a göre evrende negatif ve pozitif enerjiler eşit şekilde dağılmış ve bir denge oluşturmuştur. Çinlilere göre hem bu dengeyi korurken, Yang (pozitif) güçlerinden yararlanmak, hem de Chi akışını düzene sokmak “Feng-shui” yöntemleri sayesinde mümkün olmaktadır.
Çinli bilgelere göre Chi iyi aktığında insane yaşantısı uyumlu ve dengeli olur. Durgunlaştığındaysa, hastalıklara ve şanssızlıklara neden olabilir.
İnanışa göre, Chi dört farklı pusula yönünden dört farklı yaşamsal enerjiyi taşır. Bunlar;
Sheng Chi - doğu yönünün bilge enerjisi
Yang Chi - güneyin güçlendirici enerjisi
T'sang Chi - kuzeyin besleyici enerjisi
Sha Chi - batının yıkıcı enerjisidir.
Atmosferimiz yaşamsal enerji hatlarıyla doludur. Bu enerjilerden bazıları olumlu pozitif, bazıları da zararlı negatiftir. Pozitif enerji olan Sheng Chi, (Şefkatli nefes) çok büyük şans, bolluk ve mutluluk getirir. Bulunulan mekana bu enerji çekilebildiği takdirde kişinin talihi açılır. Negatif enerji ise Sha Chi'yi (öldüren nefesi) yaratır. Eğer insanların eşyaları kayboluyorsa, sık sık hastalanılıyorsa ve problemleri bir türlü onların peşini bırakmıyorsa, bu öğretiye göre Sha Chi onları çevrelemiştir.
Chi her yerde mevcuttur ve atmosferde salınır, durur. Hayatın tadını çıkarmak, başarılı ve zengin olmak, iyi bir aile ve aşk yaşamı için Sheng Chi'yi (pozitif enerjiyi) harekete geçirmek ve Sha Chi'yi (negatif enerjiyi) defetmek gerekmektedir. Zaten Feng Shui çalışmasının amacı da budur..
YAŞAM ALANINIZDA FENG-SHUI
Sokak kapınızı açtığınızda Chi içeri girer. Evinize canlılık ve yaşam getirir. Ve Chi her geçtiği yerden, artık enerjileri de toplar. Eğer eviniz mezarlığa bakıyorsa kederi toplar. Mezbahaya veya kasaba bakıyorsa acıyı toplar. Eğer eviniz güzel bir manzaraya karşıysa, doğal olarak Chi'de evinize güzelliği getirecektir. Eğer eviniz hoşunuza gitmeyen görüntülere bakıyorsa, sakın umutsuzluğa kapılmayın. Chi, evinize girmeden önce onu saflaştırmanın veya düzeltmenin yolları vardır..
5 ELEMENT
Feng Shui'nin dayandığı diğer bir unsur da çevremizdeki beş elementtir. Bunlar, ateş, toprak, metal, su ve ağaç'tır. Çinliler evrendeki her şeyin, insanlar da dahil olmak üzere, bu beş elementten birine ait olduğuna ve birbirlerini etkileme biçimine göre yaşamlarını yönlendirdiğine inanırlar. Elementlerden her biri, Chi'nin ayrı bir yolla ifadesidir. Feng Shui uygulamaları, elementlerin ilişkilerine de büyük önem veren bir uygulama. Herhangi bir mekandaki objelerin ve yönlerin ait olduğu elementler, birbirine zarar vermemelidir. Feng Shui esasları çerçevesinde herhangi bir değişiklik yapmadan önce mutlaka elementlerin birbirleri ile yaratıcı ve yıpratıcı döngüdeki ilişkileri analiz edilmelidir. .
FENG SHUI EFSANESI
İçerisinde böyle derin teoriler barındıran bu Çin öğretisinin, kuşaklardır anlatılan bir de efsanesi var. Gençlik dönemlerini fakirlik içerisinde dilencilik ve hırsızlık yaparak geçiren Chu Yuan Chuan, babasının mezarındaki çok kuvvetli feng shui sayesinde son Moğol imparatorunu tahtından indirerek Çin’de başa geçtiği söylenmektedir. Ming hanedanını başlatan Chuan’ın, hatta tahta geçtikten sonra tüm feng shui rahiplerini ölümle cezalandırdığı ve yanlış yazdırarak hazırlattığı feng shui kitaplarını bütün ülkeye dağıttırdığı zannedilmekte. Bu yüzden bazı kaynaklara göre Üçüncü Ming İmparatoru Yong Le, Pekin'de Yasak Şehri ("Forbidden City") inşa ederken, mimarlar dağıtılan yanlış feng shui kitaplarındaki öğretileri kullandığı için, yapılan bütün binaların kısa bir süre sonra yerle bir olduğu söylenmekte.
PAZARLAMA
Doğu’da bu kadar önem verilen bir felsefenin batı toplumlarındaki uygulaması aynı gözükse bile farklı amaçları içerisinde barındırmakta. Öncelikle iç dekorasyon meslek dalı ile iç içe olan “feng shui” git gide kapitalistik bir unsur haline gelmektedir. Hatta “feng shui” kursları, “feng shui” kitapları ve ürünleri derken büsbütün bir Pazar haline gelen bu yeni moda, insanların kendi iç huzurunu sağlamak iddiasının yanı sıra finansal olarak da yüksek külfetler getiriyor. Örneğin Türkiye’de bir uzman, komple feng-shui dekorasyonunu metrekaresi 8 dolara yapıyor. Bir başkası 100 metrekarelik evden 500 milyon TL alarak sorunlu köşeleri yeniden düzenliyor. Bu hizmetlerin hiçbirine feng-shui için alınması gereken otantik malzemeler dahil değil.
Kendi içerisinde bazı mantıklı psikolojik değerlendirmeler barındıran bu egzotik sanat & felsefe, muhtemelen bir kaç sene içerisinde Türkiye’de önemli bir ev harcaması olarak ailelerin bütçesine yük getirerek, onların “Sha Chi” ile çevrelenmesine sebep olacak.
Vikipedi hakkında (2005)
İlgilileri tarafından internette uzun zamandır takip edilen özgür Ansiklopedi uygulaması Wikipedia, (Türkçe ismiyle Vikipedi), gün geçtikçe dünya çapında bir tutku haline dönüşüyor. Sanal dünyanın en deneysel çalışmalarından biri olarak nitelendirilebilecek ve hiçbir ayırım gözetmeden her internet kullanıcısı tarafından kurgulanabilmeye fırsat veren bu yepyeni bilgi kaynağı, yarattığı devrim ile birlikte birçok tartışmayı da su yüzüne çıkartmakta. Örneğin, içerdiği bilgilerin güvenilirliliği konusunda son zamanlarda bir çok eleştiri alan Vikipedi, buna karşın gün geçtikçe artan kullanıcı sayısı ve zenginleşen içeriği ile eleştirilere rağmen sağlam bir hızda büyümeye ve ilgi görmeye devam ediyor.
İnternet devriminin neticesinde, kısa sürede önceki iki yüzyıla damgasını vurmuş meşhur bilgi ve referans kaynağı Britannica’nın tahtını sallayan yirmibirinci yüzyılın ilk mucizelerinden Vikipedi, yayına başladığından beri geçen beş sene içerisinde sadece ingilizce içerikli 1 milyon makaleye ev sahipliği yapmakta. Diğer yandan ikiyüz yıllık emeğin sonucu olan Encylopedia Britannica’nın 35 basımda ulaştığı makale sayısı sadece 120 bin adet. Bu iki ayrı kaynaktaki makalelerin içerik kalitesi konusunda henüz bir araştırma yapılmamış. Ancak özgür kurgulama sistemi sayesinde ve özgür ansiklopediye gönül vermiş katılımcıların katkılarıyla Vikipedi’nin makalelerinin içeriği ve kalitesi her geçen gün daha ince bir filtreden geçiriliyor. Ayrıca kısa bir süre önce yapılan araştırma sonucunda da Britannica ile Vikipedi arasındaki hata oranının tahmin edilenden çok daha az olduğu ortaya çıkıyor.
Türkçe Vikipedi (www.vikipedi.org)
Bilgi çağının en önemli yeniliklerinden bilgiye kolay ve ucuz ulaşım olanağının sanal alemdeki tezahürü olarak gösterebileceğimiz Vikipedi, Ağustos 2003’den beri Türkçe olarak da hizmet veriyor. Bu dilde yayına başladıktan sonra üç sene içerisinde 17 bin civarında Türkçe makale sayısına ulaşarak ülkemizde yayınlanmış pek çok bilgi kaynağından daha kapsamlı bir hacme ulaşan Türkçe Vikipedi, ileride eğitim çağındaki gençlere bir kaynak olması açısından daha fazla katılıma ve kaliteli içeriğe ihtiyaç duymakta.
Türkçe Vikipedi’de yazar olmak
Vikipedi’nin Türkçe uyarlamasına katkıda bulunmak, Vikipedi’nin internet sayfasını ziyaret etmekle başlıyor. Anasayfa üzerinden katkıda bulunmak istediğiniz başlığın ismini yazarak o başlığın daha önce kurgulanıp kurgulanmadığı öğrenebilirsiniz. Eğer kurgulanmamış bir konu ise özgürce o içeriği doldurmanız mümkün demektir. Yazacaklarınızda özgür olmanıza karşın, içerikler her ziyaretçi otomatikman yazar olduğu için bir otokontrol mekanizması ile denetlenmekte... Herhangi bir yanlış veya saptırıcı bilgi kısa süre içerisinde dikkatli kullanıcılar tarafından düzeltiliyor. Doğruluğuna inanmadığınız bir makaleyi, sayfanın yukarısındaki “değiştir” butonuna basarak dilediğiniz gibi tekrar yapılandırabilirsiniz. Ayrıca okuyucu ve yazarlığın yanı sıra, özgür ansiklopediye aktif üye olarak Vikipedi camiası ile iletişime geçebilirsiniz. Bu sayede Türkçe Vikipedi’nin kalitesinin ve içeriğinin artırılmasına yönelik birçok girişimde söz sahibi olabilirsiniz.
Türkçe Vikipedi Arapça ve Farsça’ya fark atıyor
Türkçe Vikipedi 17 bin makalelik içeriği ile şu anda bin makalenin üzerinde hizmet veren 86 dil arasında 28. sırada bulunuyor. Lehçe (200 bin), İsveççe (100 bin) ve Norveççe (50 bin) gibi diller dünya üzerinde temsil edildiklerinden çok daha fazla bir içerikle Vikipedi’ye katkıda bulunuyorlar. Ancak öte yandan dünyada yüz milyonlarca kişi tarafından konuşulan Arapça (10 bin) ve Farsça (9 bin) dilleri Vikipedi’de kendilerine fazla yer bulamamışlar. Aristo tarafından ortaya çıkartılan ansiklopediciliğin anadili Yunanca ise sadece 8 bin makale içeriği ile Vikipedi’nin yetersiz temsil edilen dilleri arasında yerini alıyor. Bu farklı alfabelerde hizmet veren üç dilin şimdilik başarısız özgür ansiklopedi maceraları, Türkçe’nin harf devrimi sayesinde internet ortamında daha kolay yayıldığının ve dijital devrime daha kolay ayak uydurduğunun bir kanıtı olarak göze çarpıyor. Dünya üzerinde yaklaşık 300 milyon kişi tarafından konuşulan, geçmiş binyılda büyük ilmi eserlere imza atan Arapça ve Farsça’nın bilgi çağında tökezlemesinin bir sebebi de dijital ortama uyum sağlamakta çektikleri zorluklar.
Vikipedi, dünya medyasında her geçen gün daha fazla tartışma konusu olan, gelecekte de tartışılmasının yanı sıra önemli bir referans kaynağına dönüşecek bir girişim. Türkçe’nin de şu anda eksiklerine rağmen başarıyla temsil edildiği bu özgür ansiklopediyi anadilimizde katkısı olabilecek herkesin ziyaret etmesi lazım. İleride okul çağında bilgisayarlı eğitime geçmiş Türkiye’nin internet üzerinde özgür ve bedava bir referans kaynağı olması, toplumsal gelişimimiz açısından büyük önem arz ediyor.
KUTU:
Türkçe Vikipedi’den bazı rakamlar (www.vikipedi.org)
-Türkçe Vikipedi üye sayısı: 10 bin üye
-Türkçe Vikipedi makale sayısı: 17 bin makale
-Türkçe Vikipedi günlük ziyaretçi sayısı: yaklaşık 10 bin ziyaretçi
-Türkçe Vikipedi günlük üye artışı: günde ortalama 70 üye
-Türkçe Vikipedi 2006 Ocak ayı makale girişi: yaklaşık 3 bin makale
İnternet devriminin neticesinde, kısa sürede önceki iki yüzyıla damgasını vurmuş meşhur bilgi ve referans kaynağı Britannica’nın tahtını sallayan yirmibirinci yüzyılın ilk mucizelerinden Vikipedi, yayına başladığından beri geçen beş sene içerisinde sadece ingilizce içerikli 1 milyon makaleye ev sahipliği yapmakta. Diğer yandan ikiyüz yıllık emeğin sonucu olan Encylopedia Britannica’nın 35 basımda ulaştığı makale sayısı sadece 120 bin adet. Bu iki ayrı kaynaktaki makalelerin içerik kalitesi konusunda henüz bir araştırma yapılmamış. Ancak özgür kurgulama sistemi sayesinde ve özgür ansiklopediye gönül vermiş katılımcıların katkılarıyla Vikipedi’nin makalelerinin içeriği ve kalitesi her geçen gün daha ince bir filtreden geçiriliyor. Ayrıca kısa bir süre önce yapılan araştırma sonucunda da Britannica ile Vikipedi arasındaki hata oranının tahmin edilenden çok daha az olduğu ortaya çıkıyor.
Türkçe Vikipedi (www.vikipedi.org)
Bilgi çağının en önemli yeniliklerinden bilgiye kolay ve ucuz ulaşım olanağının sanal alemdeki tezahürü olarak gösterebileceğimiz Vikipedi, Ağustos 2003’den beri Türkçe olarak da hizmet veriyor. Bu dilde yayına başladıktan sonra üç sene içerisinde 17 bin civarında Türkçe makale sayısına ulaşarak ülkemizde yayınlanmış pek çok bilgi kaynağından daha kapsamlı bir hacme ulaşan Türkçe Vikipedi, ileride eğitim çağındaki gençlere bir kaynak olması açısından daha fazla katılıma ve kaliteli içeriğe ihtiyaç duymakta.
Türkçe Vikipedi’de yazar olmak
Vikipedi’nin Türkçe uyarlamasına katkıda bulunmak, Vikipedi’nin internet sayfasını ziyaret etmekle başlıyor. Anasayfa üzerinden katkıda bulunmak istediğiniz başlığın ismini yazarak o başlığın daha önce kurgulanıp kurgulanmadığı öğrenebilirsiniz. Eğer kurgulanmamış bir konu ise özgürce o içeriği doldurmanız mümkün demektir. Yazacaklarınızda özgür olmanıza karşın, içerikler her ziyaretçi otomatikman yazar olduğu için bir otokontrol mekanizması ile denetlenmekte... Herhangi bir yanlış veya saptırıcı bilgi kısa süre içerisinde dikkatli kullanıcılar tarafından düzeltiliyor. Doğruluğuna inanmadığınız bir makaleyi, sayfanın yukarısındaki “değiştir” butonuna basarak dilediğiniz gibi tekrar yapılandırabilirsiniz. Ayrıca okuyucu ve yazarlığın yanı sıra, özgür ansiklopediye aktif üye olarak Vikipedi camiası ile iletişime geçebilirsiniz. Bu sayede Türkçe Vikipedi’nin kalitesinin ve içeriğinin artırılmasına yönelik birçok girişimde söz sahibi olabilirsiniz.
Türkçe Vikipedi Arapça ve Farsça’ya fark atıyor
Türkçe Vikipedi 17 bin makalelik içeriği ile şu anda bin makalenin üzerinde hizmet veren 86 dil arasında 28. sırada bulunuyor. Lehçe (200 bin), İsveççe (100 bin) ve Norveççe (50 bin) gibi diller dünya üzerinde temsil edildiklerinden çok daha fazla bir içerikle Vikipedi’ye katkıda bulunuyorlar. Ancak öte yandan dünyada yüz milyonlarca kişi tarafından konuşulan Arapça (10 bin) ve Farsça (9 bin) dilleri Vikipedi’de kendilerine fazla yer bulamamışlar. Aristo tarafından ortaya çıkartılan ansiklopediciliğin anadili Yunanca ise sadece 8 bin makale içeriği ile Vikipedi’nin yetersiz temsil edilen dilleri arasında yerini alıyor. Bu farklı alfabelerde hizmet veren üç dilin şimdilik başarısız özgür ansiklopedi maceraları, Türkçe’nin harf devrimi sayesinde internet ortamında daha kolay yayıldığının ve dijital devrime daha kolay ayak uydurduğunun bir kanıtı olarak göze çarpıyor. Dünya üzerinde yaklaşık 300 milyon kişi tarafından konuşulan, geçmiş binyılda büyük ilmi eserlere imza atan Arapça ve Farsça’nın bilgi çağında tökezlemesinin bir sebebi de dijital ortama uyum sağlamakta çektikleri zorluklar.
Vikipedi, dünya medyasında her geçen gün daha fazla tartışma konusu olan, gelecekte de tartışılmasının yanı sıra önemli bir referans kaynağına dönüşecek bir girişim. Türkçe’nin de şu anda eksiklerine rağmen başarıyla temsil edildiği bu özgür ansiklopediyi anadilimizde katkısı olabilecek herkesin ziyaret etmesi lazım. İleride okul çağında bilgisayarlı eğitime geçmiş Türkiye’nin internet üzerinde özgür ve bedava bir referans kaynağı olması, toplumsal gelişimimiz açısından büyük önem arz ediyor.
KUTU:
Türkçe Vikipedi’den bazı rakamlar (www.vikipedi.org)
-Türkçe Vikipedi üye sayısı: 10 bin üye
-Türkçe Vikipedi makale sayısı: 17 bin makale
-Türkçe Vikipedi günlük ziyaretçi sayısı: yaklaşık 10 bin ziyaretçi
-Türkçe Vikipedi günlük üye artışı: günde ortalama 70 üye
-Türkçe Vikipedi 2006 Ocak ayı makale girişi: yaklaşık 3 bin makale
about Turkey's EU candidacy (Fall 2004)
Turkey’s EU Candidacy
There have been many discussions going on about Turkey’s accession to Europe in the last few months. As a Turkish student living in France for the last 2 months, I had a chance to analyze the European point of view and its hesitation towards accepting Turkey as a full member state. In this paper, I would like to answer the mainstream concerns about Turkey which are considered as an obstacle for its candidacy.
Economically: Turkey is world’s 17th and Europe’s 6th largest economy making it an economy bigger than Denmark, Finland and Ireland combined. It has a yearly growth rate of 8%, highest in Europe. (For example France’s yearly growth rate is only 1%) This growth might bring a big competitiveness in a saturated market such as Europe.
The current problem with Turkish economy is its stability. But Turkey’s economical growth can develop into a sustainable level with an optimistic and a clear agenda of its integration to Europe. In addition, a common mistake is also made considering Turkey as an agricultural country, but only 11 % percent of its gdp is provided by agriculture, where in Greece, a member of EU since 1985, this share is 8%.
Politically: Besides being a secular republic, majority of Turkey’s citizens are Muslims. However, Radical Islam has never played a role in Turkish politics since the foundation of the modern republic. The structure of the state strictly prevents an infiltration of any religious movement to the regime. As an example women suffrage was granted in Turkey in 1934, ten years earlier than France. Another example abortion, contraception and divorce is legal in Turkey since 1930s where it wasn’t in Ireland few years ago.
Although there has been a strong military significance in Turkish politics, this role was reduced after a new set of laws which have passed in the last few years. Also the abuse of human rights was diminished after the new legislation took place. And Turkey’s abuse of human rights was no worse than what happened under the regime of Franco in Spain. These set of reforms made by Turkey were also mentioned positively in last report for the EU council.
As regards geography, a significant part of Turkey is in Europe, this part is larger than may European states and Istanbul alone with a population of some 12 million is one of Europe's largest cities. The fact that Cyprus, which is a geographical extension of the Anatolian mainland and situated at the most easterly part of Turkey, is considered as part of Europe makes the geographical arguments untenable.
Culturally and historically: Turkey’s precedent Ottoman Empire had dominated a significant area in Europe for four centuries. During this period cultural exchange and integration took place and Turkish art and customs were introduced into Europe and vice versa. Also During the 20th century Turkey’s political and social relations with other European countries never ceased as it did for 50 years in former Iron Curtain countries such as Poland, Slovakia and Hungary, all members of EU.
It should always be kept in mind that Turkey’s accession to Europe is a long march which has not ended yet. By starting the negotiations in 2005, Europe will have a better chance to understand and observe Turkey as a candidate. And it should always be known that after the negotiations are completed EU will always have an option to say no to Turkey.
There have been many discussions going on about Turkey’s accession to Europe in the last few months. As a Turkish student living in France for the last 2 months, I had a chance to analyze the European point of view and its hesitation towards accepting Turkey as a full member state. In this paper, I would like to answer the mainstream concerns about Turkey which are considered as an obstacle for its candidacy.
Economically: Turkey is world’s 17th and Europe’s 6th largest economy making it an economy bigger than Denmark, Finland and Ireland combined. It has a yearly growth rate of 8%, highest in Europe. (For example France’s yearly growth rate is only 1%) This growth might bring a big competitiveness in a saturated market such as Europe.
The current problem with Turkish economy is its stability. But Turkey’s economical growth can develop into a sustainable level with an optimistic and a clear agenda of its integration to Europe. In addition, a common mistake is also made considering Turkey as an agricultural country, but only 11 % percent of its gdp is provided by agriculture, where in Greece, a member of EU since 1985, this share is 8%.
Politically: Besides being a secular republic, majority of Turkey’s citizens are Muslims. However, Radical Islam has never played a role in Turkish politics since the foundation of the modern republic. The structure of the state strictly prevents an infiltration of any religious movement to the regime. As an example women suffrage was granted in Turkey in 1934, ten years earlier than France. Another example abortion, contraception and divorce is legal in Turkey since 1930s where it wasn’t in Ireland few years ago.
Although there has been a strong military significance in Turkish politics, this role was reduced after a new set of laws which have passed in the last few years. Also the abuse of human rights was diminished after the new legislation took place. And Turkey’s abuse of human rights was no worse than what happened under the regime of Franco in Spain. These set of reforms made by Turkey were also mentioned positively in last report for the EU council.
As regards geography, a significant part of Turkey is in Europe, this part is larger than may European states and Istanbul alone with a population of some 12 million is one of Europe's largest cities. The fact that Cyprus, which is a geographical extension of the Anatolian mainland and situated at the most easterly part of Turkey, is considered as part of Europe makes the geographical arguments untenable.
Culturally and historically: Turkey’s precedent Ottoman Empire had dominated a significant area in Europe for four centuries. During this period cultural exchange and integration took place and Turkish art and customs were introduced into Europe and vice versa. Also During the 20th century Turkey’s political and social relations with other European countries never ceased as it did for 50 years in former Iron Curtain countries such as Poland, Slovakia and Hungary, all members of EU.
It should always be kept in mind that Turkey’s accession to Europe is a long march which has not ended yet. By starting the negotiations in 2005, Europe will have a better chance to understand and observe Turkey as a candidate. And it should always be known that after the negotiations are completed EU will always have an option to say no to Turkey.
cepten ödeme... taaa ekim 2004'te..
Cepten ödeme
Gün geçtikçe yepyeni işlevler kazanan cep telefonları kısa bir süre içerisinde kredi kartlarının da yerini alacak gibi gözüküyor. Bunun en büyük kanıtı ise her geçen gün büyüyen cepten ödeme (mobile payment) pazarı. Kısa bir süre öncesine kadar cep telefonlarından sadece sesli melodiler, resimli mesajlar ve logolar için ödeme yapılırken geliştirilen yeni uygulamalarla artık konser-sinema biletleri, otopark ücretleri, ulaşım ve alış-verişler de cep telefonundan ödenebilecek. Örneğin bu yeni teknoloji sayesinde konser için bilet almak isteyen bir müziksever, cep telefonu veya internet vasıtasıyla siparişini verdikten sonra bilet makbuzunu kısa mesaj şeklinde alacak. Gişeye geldiğinde ise cep telefonunda bulunan özel makbuz kodunu görevliye göstererek konsere girebilecek. Tabii bu esnada bilet kuyruğuna girmesine de gerek kalmayacak. Bu uygulama kısa bir süre önce Singapur’daki bir konserde başarıyla uygulandı.
Cepten ödemenin Avrupa’da uygulandığı pilot alanlardan biri ise Almanya – Çek Cumhuriyeti sınırındaki ufak bir bölge. Kısa bir süre içerisinde bu bölgede yaşayan 300 bin kişi tren, otobüs, tramvay ve metro gibi bütün toplu taşıma biletlerini cepten ödeme yoluyla alabilecek. Biletler cep telefonuna gelen özel bir koddan ibaret olacak ve kontrol yapan görevlilere bu kodu göstermek yeterli olacak. Çalışma saatlerinin giderek kısaldığı ülkelerde her zaman açık bir gişe bulamayan Avrupalılar, Siemens Business Services (SBS) imzalı ve şu anda test aşamasında olan bu uygulamaya büyük ilgi gösteriyorlar.
Norveç’te ise Telenor Mobil GSM şirketi Visa ile yaptığı anlaşmayla bazı kredi kartı ödemelerinin cepten yapılmasına olanak tanıyor. Bu ödemeler arasında ulaşım, sinema biletleri ve kayak merkezlerindeki harcamalar var.
Avusturya’nın başkenti Viyana da cepten ödeme sisteminde yeni bir çağa girmiş durumda. Yine SBS tarafından Viyana belediyesi için geliştiren yeni bir uygulamayla kent içindeki otoparklarda SMS yoluyla park ücreti ödemek mümkün. Sistem çok basit çalışıyor, her sürücü cep telefonundan, park süresini ve araç plakasını belirten bir mesajla otopark ödemesini gerçekleştirebiliyor. Hatta sürücü ödemesini yaptıktan sonra sürenin bitmesine 10 dakika kala cep telefonuna bir uyarı mesajı dahi alıyor. Kent belediyesi “mobil park” uygulamasıyla yılda 40 milyon euro’luk gelir getiren sektörü kolay ve verimli tahsil edilebilen bir noktaya getirme peşinde. Vatandaşların bu yeniliğe ilgisi ise dikkate değer, Viyana’da bir senede bu uygulamadan 50 bini aşkın kullanıcı yararlanmış ve yaklaşık 2 milyon saatlik otopark ödemesi SMS yoluyla yapılmış.
Şişli’de cepten ödeme
Avrupa’da günden güne artan bu uygulamaların Türkiye’de bir benzerini geçtiğimiz yıl Şişli belediyesi başlattı. Buna göre Şişli sakinleri cep telefonlarından kısa mesaj vasıtasıyla kredi kartı numaralarını göndererek emlak ve çevre vergilerini ödeyebiliyorlar.
Otopark, konser biletleri, vergiler ve ulaşım derken görünüşe göre gelecekte cepten ödeme uygulamaları her alanda hayata geçecek. Tabii bu durumda cep telefonlarımızın artık vücudumuzun ayrılmaz bir parçası haline gelmesi kaçınılmaz gözüküyor.
KUTU: Slovakya, AB üyeliğinden sonra ülkede uzun yıllardır kullanılan eski tip ehliyetleri değiştirme kararı aldı. Ülkedeki yeni akıllı ehliyetlerde son teknolojinin bütün olanakları kullanılıyor. Kimlikteki elektronik imza ve dijital fotoğrafla birlikte karta yerleştirilen ufak bir çiple sürücülerin daha önceki trafik kayıtları da ehliyetlerine işlenebilir hale geliyor. Bu yeni teknolojinin çözümü için Slovak içişleri bakanlığı SBS ile 6 milyon euroluk bir anlaşma yapmış.
KUTU: Cepten ödeme (mobile payment) sistemi 2003 yılında 3.2 milyar dolarlık bir pazara ulaştı. 2009 yılında ise bu sektörün yıllık gelirinin 40 milyar dolara ulaşması bekleniyor.*
• Arthur D. Little Global M-Payment Report
Gün geçtikçe yepyeni işlevler kazanan cep telefonları kısa bir süre içerisinde kredi kartlarının da yerini alacak gibi gözüküyor. Bunun en büyük kanıtı ise her geçen gün büyüyen cepten ödeme (mobile payment) pazarı. Kısa bir süre öncesine kadar cep telefonlarından sadece sesli melodiler, resimli mesajlar ve logolar için ödeme yapılırken geliştirilen yeni uygulamalarla artık konser-sinema biletleri, otopark ücretleri, ulaşım ve alış-verişler de cep telefonundan ödenebilecek. Örneğin bu yeni teknoloji sayesinde konser için bilet almak isteyen bir müziksever, cep telefonu veya internet vasıtasıyla siparişini verdikten sonra bilet makbuzunu kısa mesaj şeklinde alacak. Gişeye geldiğinde ise cep telefonunda bulunan özel makbuz kodunu görevliye göstererek konsere girebilecek. Tabii bu esnada bilet kuyruğuna girmesine de gerek kalmayacak. Bu uygulama kısa bir süre önce Singapur’daki bir konserde başarıyla uygulandı.
Cepten ödemenin Avrupa’da uygulandığı pilot alanlardan biri ise Almanya – Çek Cumhuriyeti sınırındaki ufak bir bölge. Kısa bir süre içerisinde bu bölgede yaşayan 300 bin kişi tren, otobüs, tramvay ve metro gibi bütün toplu taşıma biletlerini cepten ödeme yoluyla alabilecek. Biletler cep telefonuna gelen özel bir koddan ibaret olacak ve kontrol yapan görevlilere bu kodu göstermek yeterli olacak. Çalışma saatlerinin giderek kısaldığı ülkelerde her zaman açık bir gişe bulamayan Avrupalılar, Siemens Business Services (SBS) imzalı ve şu anda test aşamasında olan bu uygulamaya büyük ilgi gösteriyorlar.
Norveç’te ise Telenor Mobil GSM şirketi Visa ile yaptığı anlaşmayla bazı kredi kartı ödemelerinin cepten yapılmasına olanak tanıyor. Bu ödemeler arasında ulaşım, sinema biletleri ve kayak merkezlerindeki harcamalar var.
Avusturya’nın başkenti Viyana da cepten ödeme sisteminde yeni bir çağa girmiş durumda. Yine SBS tarafından Viyana belediyesi için geliştiren yeni bir uygulamayla kent içindeki otoparklarda SMS yoluyla park ücreti ödemek mümkün. Sistem çok basit çalışıyor, her sürücü cep telefonundan, park süresini ve araç plakasını belirten bir mesajla otopark ödemesini gerçekleştirebiliyor. Hatta sürücü ödemesini yaptıktan sonra sürenin bitmesine 10 dakika kala cep telefonuna bir uyarı mesajı dahi alıyor. Kent belediyesi “mobil park” uygulamasıyla yılda 40 milyon euro’luk gelir getiren sektörü kolay ve verimli tahsil edilebilen bir noktaya getirme peşinde. Vatandaşların bu yeniliğe ilgisi ise dikkate değer, Viyana’da bir senede bu uygulamadan 50 bini aşkın kullanıcı yararlanmış ve yaklaşık 2 milyon saatlik otopark ödemesi SMS yoluyla yapılmış.
Şişli’de cepten ödeme
Avrupa’da günden güne artan bu uygulamaların Türkiye’de bir benzerini geçtiğimiz yıl Şişli belediyesi başlattı. Buna göre Şişli sakinleri cep telefonlarından kısa mesaj vasıtasıyla kredi kartı numaralarını göndererek emlak ve çevre vergilerini ödeyebiliyorlar.
Otopark, konser biletleri, vergiler ve ulaşım derken görünüşe göre gelecekte cepten ödeme uygulamaları her alanda hayata geçecek. Tabii bu durumda cep telefonlarımızın artık vücudumuzun ayrılmaz bir parçası haline gelmesi kaçınılmaz gözüküyor.
KUTU: Slovakya, AB üyeliğinden sonra ülkede uzun yıllardır kullanılan eski tip ehliyetleri değiştirme kararı aldı. Ülkedeki yeni akıllı ehliyetlerde son teknolojinin bütün olanakları kullanılıyor. Kimlikteki elektronik imza ve dijital fotoğrafla birlikte karta yerleştirilen ufak bir çiple sürücülerin daha önceki trafik kayıtları da ehliyetlerine işlenebilir hale geliyor. Bu yeni teknolojinin çözümü için Slovak içişleri bakanlığı SBS ile 6 milyon euroluk bir anlaşma yapmış.
KUTU: Cepten ödeme (mobile payment) sistemi 2003 yılında 3.2 milyar dolarlık bir pazara ulaştı. 2009 yılında ise bu sektörün yıllık gelirinin 40 milyar dolara ulaşması bekleniyor.*
• Arthur D. Little Global M-Payment Report
Nisan 2004 - Casper Bowden ile Trustworthy Computing (başarısız bir proje)
Bill Gates’in 2002 yılında şirket çalışanlarına yazdığı bir e-mail’deki şu cümlesi Microsoft’un gelecek yıllardaki stratejisini de belirler nitelikteydi: “Amacımız, müşteriler için, evlerimiz ve iş yerlerimizdeki elektrik altyapısı kadar güvenilir bir bilgi işlem ortamı oluşturmaktır.” Gates bu sözlerle ilerde bilgisayarlarda, virüs ve solucan veya casus yazılımlar gibi tehditleri barındırmayan bir bilgi işlem ortamına ulaşmayı amaçlıyordu. Microsoft daha yeni yeni yaygınlaşan bu projesine kısaca Güvenilir Bilgi İşlem (Trustworthy Computing) adını veriyor.
Bill Gates’in 2002’de ses getiren e-mail’inin üzerinden iki sene geçti. Microsoft artık güvenlik konusuna daha çok önem veriyor. Ülkemizde ve dünyada bu yeni ilkelerini tanıtmak adına güvenlik günleri düzenliyor. Biz de E.yaşam olarak, Microsoft güvenlik günü kapsamında geçtiğimiz hafta Türkiye’ye kısa bir ziyaret yapan, Microsoft’un -Avrupa, Ortadoğu ve Afrika- Gizlilik ve Güvenlik Şefi Caspar Bowden ile Güvenilir Bilgi İşlem’in geleceği hakkında sohbet ettik.
Bowden’a göre önümüzdeki dönemde “güvenilir bilgi işlem” (GBİ) bilgisayar kullanıcıları için birincil tercih sebebi olacak. Çünkü kişisel özgürlüklerin kısıtlanmaması ve kötüye kullanılmaması için bilgi akış güvenliğinin sağlanması şart. Tabii Bowden bu yeni fikri sadece güvenlik faktörü ile kısıtlamıyor. Güvenliğin yanında gizlilik, tutarlılık ve güvenilirlik faktörlerini de bu yapıyı oluşturan temel taşlar olarak belirliyor.
Tabii Microsoft’un günümüzde bilgisayarların büyük bir kısmının bağlı olduğu internet gibi her türlü saldırıya açık bir alan mevcutken böyle iddialı bir hedef koyması masraflı olmuş. Bowden, geçtiğimiz yıllarda GBİ’ye yapılan yatırımın yaklaşık 200 milyon dolar olduğunu belirtiyor. Kullanıcılar açısından ise bu harcamaların ilerde geliştirilecek daha “Güvenilir” yazılımların fiyat etiketlerine yansıyıp yansımayacağı ise merak konusu.
Zombi Bilgisayarlar
Güvenilir Bilgi İşlem, ev ve iş kullanıcılarına yönelik olmasıyla iki başlıkta toplanıyor. Bowden’ın verdiği bilgiye göre, son yıllarda artan internet kullanımı ve kablolu kesintisiz bağlantıların popülerleşmesi neticesinde ev kullanıcılarının virüslerden ve casus yazılımlardan etkilenme olasılıkları çok artmış. Hatta bilgisayara nüfuz eden bu küçük virüs yazılımlarının da son zamanlarda giderek akıllanarak, ele geçirdiği makinayı da kendi emellerine alet etmesi sonucunda ortaya “zombi bilgisayarlar” çıkmaya başlamış. Zombi bilgisayarlar aslında, güvenlik çemberi kırılan ve virüs dolaşımına katkıda bulunan bilgisayarlar. Bowden, kullanıcının haberi bile olmadan bellekteki bütün bilgileri kendi kafasına göre değiştirebilen, e-mail adreslerine virüsler yollayan bu zombilere ilk önlem olarak Anti-Virüs yazılımları yüklemenin şart olduğunu söylüyor. Bowden ayrıca günümüzde internete bağlı bir bilgisayarda ortalama 25 casus yazılımın bulunduğunu da sözlerine ekliyor.
KUTU: Bilgisayarınızı Koruyun! http://www.microsoft.com/turkiye/guvenlik
İşyerinde Güvenlik
İşyerinde güvenilir bir bilgi işlem ortamı yaratmak isteyen kullanıcıların işi daha zor, çünkü iş bilgilerinin güvenliği ve iş ortamında daha geniş bir bilgisayar ağının olması ekstra önlemler alınmasına neden oluyor. Bowden, firewall, şifreleme ve bağlantı noktalarının kontrolu gibi klasik önlemlerin ilerde işyerlerinde yeterli olmayacağını öngörüyor. İleride özel şifreleme yöntemleri ile firma içi ve firmalar arasındaki veri transferinin daha güvenli hale getirileceğini iddia eden Bowden, bunun için yeni jenerasyon güvenli bilgi işlem altyapısından bahsediyor.
Kopyalamak Zorlaşıyor
Bu altyapıya göre bilgisayarlarda güvenlik sadece yazılımlarla sağlanmıyor. Bunun yanında anakarta entegre edilecek ufak cihazlarla bilgi dolaşımının güvenli olup olmadığı da kontrol edilebilecek. Ancak bu yeni jenerasyon bilgisayarlar ile birlikte bilgiyi kopyalamak ve bilginin serbest dolaşımı biraz kısıtlanıyor. Özellikle müzik ve film endüstrisi tarafından desteklenen bu yeni platformda kopyalanması yaratıcısı tarafından engellenmiş bir dosyadan “copy-paste” yapmak bile zor hale gelecek. Aslında yapılan bu tarz kopyalamaları engellemese de Microsoft, bilginin yasadışı dağıtımının önüne geçmek istiyor. Zira bu yönde yapılan çalışmalarda Bowden’a göre artık dünyada yazılımlar, donanımlarla entegre çalışarak güvenliği sağlayacak.
Bütün Bilgisayarlar Microsoft Mu Kullanacak?
Caspar Bowden’ın tanıttığı Güvenilir Bilgi İşlem’de bir amaç da bilginin bir noktadan bir noktaya şifreli olarak taşınması. Bu bilginin deşifre edilmesi de karşı tarafa ulaştığı zaman o kullanıcının programı tarafından gerçekleştirilecek (Örneğin söz konusu bir e-mail ise Microsoft Outlook’tan çıkan bir mail, sadece hedeflenen kullanıcının Microsoft Outlook’u tarafından deşifre edilebilecek). Yani bir noktada kullanıcıların tek tip yazılım kullanması özendiriliyor. Fakat internet ortamına baktığımız zaman, bir virüs nasıl insan vücüdünda belirli hücrelerle hızla yayılıyorsa tek yazılımlı bir dünyada da bir virüs saldırısının çok kısa sürede salgın haline gelmesi kaçınılmaz oluyor. Bowden’a ilerde böyle bir tehlikenin varolduğunu söylediğimiz zaman, şu anda “Güvenilir Bilgi İşlem” ortamını yaratmak için alternatif bir çözüm yolu olmadığını söylüyor.
Herkes Microsoft’a Saldırıyor!
İnternetteki virüs,spam ve casus yazılım dolaşımının Microsoft ürünlerine verdiği zarara değindiğimiz zaman Bowden, Microsoft’un şu andaki Pazar payı ve piyasadaki durumu yüzünden sanal saldırılara çok fazla maruz kaldığını söylüyor. Bir takım kimselerin Microsoft’u hedef aldığına değinen Bowden, ancak Güvenilir Bilgi İşlem sayesinde çok daha emniyetli bir geleceğin bizleri beklediğini sözlerine ekliyor. 10-15 sene içerisinde bilgisayar kullanımının günümüze oranla çok daha yaygın olacağını belirten Bowden, eğer ilerde bilgisayarlara daha fazla sorumluluk vereceksek onlara güvenmemizin şart olduğunu söylüyor.
Güvenli Bir Ortamda Herkes Kazanır
Microsoft gelecekte şifreleme standartları ve yeni jenerasyon GBİ sayesinde daha büyük bir Pazar payına ulaşırsa oluşabilecek tekelleşme sorunları neler olabilir diye soruyoruz Mr.Bowden’a. Bu sorumuza ilginç bir cevap veriyor, “eğer gelecekte bilgisayarları insanların bütünüyle güvenebildiği aletler haline getirebilirsek, bu sektördeki büyüme inanılmaz boyutlara ulaşacaktır. Evimizde, mutfakta, banyoda, arabada ve tahmin edebileceğimiz heryerde bilgisayarlar ve yazılımlara ihtiyaç olacaktır. Eminim ki böyle zengin bir iş ortamında her türlü yazılımcı firma kendilerine bir pazar bulacaktır. Çünkü büyümek demek yeni iş imkanları ve yeni iş kolları demektir.”
Bireysel Özgürlükler
Bir gizlilik uzmanı olan MR. Bowden’a yönelttiğimiz son soru ise internetin gelecekte insanların bireysel özgürlüklerini ne yönde etkileyeceği oluyor. Çünkü düşündüğümüz zaman ilerde her türlü kaydın dijital bir ağ ortamında kolayca elde edilebilmesi riski, özel hayatın ve iş hayatının gizliliğini ortadan kaldırabilecek bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor. Bowden, bu konu hakkında gayet iyimser, Microsoft’un amacının insanların kendi gizliliklerini kendilerinin tayin etmesini sağlamak olduğu söylüyor. “Eğer gizliliğinizi başka firmalar tarafından güvence altına alırsanız burada kontrol elinizde olmaz” diyor. “Çünkü özel bilgilerinizi kimseyle paylaşmak zorunda değilsiniz, bu koruma amaçlı olsa bile. Bu doğrultuda Microsoft, XP ve Internet Explorer 6 ile birlikte web üzerinde sörf yaparken bile her an gizliliğinizi koruaybileceğiniz bir sistem geliştirdi. Bir web sitesine bağlanırken veya bilgi yollarken bu sitenin güvenirliliğini sizin için sorgulayan ve önünüze seçenekler getiren bu yeni sistemde kontrol kullanıcıda oluyor.”
Caspar Bowden, sohbet boyunca sözlerinde güvenliğin gelecekte her yönden çok büyük önem kazanacağını vurgulamak istiyor. Zaten uyum sürecinde olduğumuz AB içerisinde de bilginin gizliliği ve güvenliği çeşitli yasalarla koruma altına alınmış. Türkiye’nin de en kısa zamanda bu düzenlemeleri yapması gerekiyor.
Caspart Bowden ile yaptığımız bu ilginç sohbet için teşekkür ediyoruz ve dijital ortamlarda daha güvenilir bir gelecek umut ediyoruz.
Bill Gates’in 2002’de ses getiren e-mail’inin üzerinden iki sene geçti. Microsoft artık güvenlik konusuna daha çok önem veriyor. Ülkemizde ve dünyada bu yeni ilkelerini tanıtmak adına güvenlik günleri düzenliyor. Biz de E.yaşam olarak, Microsoft güvenlik günü kapsamında geçtiğimiz hafta Türkiye’ye kısa bir ziyaret yapan, Microsoft’un -Avrupa, Ortadoğu ve Afrika- Gizlilik ve Güvenlik Şefi Caspar Bowden ile Güvenilir Bilgi İşlem’in geleceği hakkında sohbet ettik.
Bowden’a göre önümüzdeki dönemde “güvenilir bilgi işlem” (GBİ) bilgisayar kullanıcıları için birincil tercih sebebi olacak. Çünkü kişisel özgürlüklerin kısıtlanmaması ve kötüye kullanılmaması için bilgi akış güvenliğinin sağlanması şart. Tabii Bowden bu yeni fikri sadece güvenlik faktörü ile kısıtlamıyor. Güvenliğin yanında gizlilik, tutarlılık ve güvenilirlik faktörlerini de bu yapıyı oluşturan temel taşlar olarak belirliyor.
Tabii Microsoft’un günümüzde bilgisayarların büyük bir kısmının bağlı olduğu internet gibi her türlü saldırıya açık bir alan mevcutken böyle iddialı bir hedef koyması masraflı olmuş. Bowden, geçtiğimiz yıllarda GBİ’ye yapılan yatırımın yaklaşık 200 milyon dolar olduğunu belirtiyor. Kullanıcılar açısından ise bu harcamaların ilerde geliştirilecek daha “Güvenilir” yazılımların fiyat etiketlerine yansıyıp yansımayacağı ise merak konusu.
Zombi Bilgisayarlar
Güvenilir Bilgi İşlem, ev ve iş kullanıcılarına yönelik olmasıyla iki başlıkta toplanıyor. Bowden’ın verdiği bilgiye göre, son yıllarda artan internet kullanımı ve kablolu kesintisiz bağlantıların popülerleşmesi neticesinde ev kullanıcılarının virüslerden ve casus yazılımlardan etkilenme olasılıkları çok artmış. Hatta bilgisayara nüfuz eden bu küçük virüs yazılımlarının da son zamanlarda giderek akıllanarak, ele geçirdiği makinayı da kendi emellerine alet etmesi sonucunda ortaya “zombi bilgisayarlar” çıkmaya başlamış. Zombi bilgisayarlar aslında, güvenlik çemberi kırılan ve virüs dolaşımına katkıda bulunan bilgisayarlar. Bowden, kullanıcının haberi bile olmadan bellekteki bütün bilgileri kendi kafasına göre değiştirebilen, e-mail adreslerine virüsler yollayan bu zombilere ilk önlem olarak Anti-Virüs yazılımları yüklemenin şart olduğunu söylüyor. Bowden ayrıca günümüzde internete bağlı bir bilgisayarda ortalama 25 casus yazılımın bulunduğunu da sözlerine ekliyor.
KUTU: Bilgisayarınızı Koruyun! http://www.microsoft.com/turkiye/guvenlik
İşyerinde Güvenlik
İşyerinde güvenilir bir bilgi işlem ortamı yaratmak isteyen kullanıcıların işi daha zor, çünkü iş bilgilerinin güvenliği ve iş ortamında daha geniş bir bilgisayar ağının olması ekstra önlemler alınmasına neden oluyor. Bowden, firewall, şifreleme ve bağlantı noktalarının kontrolu gibi klasik önlemlerin ilerde işyerlerinde yeterli olmayacağını öngörüyor. İleride özel şifreleme yöntemleri ile firma içi ve firmalar arasındaki veri transferinin daha güvenli hale getirileceğini iddia eden Bowden, bunun için yeni jenerasyon güvenli bilgi işlem altyapısından bahsediyor.
Kopyalamak Zorlaşıyor
Bu altyapıya göre bilgisayarlarda güvenlik sadece yazılımlarla sağlanmıyor. Bunun yanında anakarta entegre edilecek ufak cihazlarla bilgi dolaşımının güvenli olup olmadığı da kontrol edilebilecek. Ancak bu yeni jenerasyon bilgisayarlar ile birlikte bilgiyi kopyalamak ve bilginin serbest dolaşımı biraz kısıtlanıyor. Özellikle müzik ve film endüstrisi tarafından desteklenen bu yeni platformda kopyalanması yaratıcısı tarafından engellenmiş bir dosyadan “copy-paste” yapmak bile zor hale gelecek. Aslında yapılan bu tarz kopyalamaları engellemese de Microsoft, bilginin yasadışı dağıtımının önüne geçmek istiyor. Zira bu yönde yapılan çalışmalarda Bowden’a göre artık dünyada yazılımlar, donanımlarla entegre çalışarak güvenliği sağlayacak.
Bütün Bilgisayarlar Microsoft Mu Kullanacak?
Caspar Bowden’ın tanıttığı Güvenilir Bilgi İşlem’de bir amaç da bilginin bir noktadan bir noktaya şifreli olarak taşınması. Bu bilginin deşifre edilmesi de karşı tarafa ulaştığı zaman o kullanıcının programı tarafından gerçekleştirilecek (Örneğin söz konusu bir e-mail ise Microsoft Outlook’tan çıkan bir mail, sadece hedeflenen kullanıcının Microsoft Outlook’u tarafından deşifre edilebilecek). Yani bir noktada kullanıcıların tek tip yazılım kullanması özendiriliyor. Fakat internet ortamına baktığımız zaman, bir virüs nasıl insan vücüdünda belirli hücrelerle hızla yayılıyorsa tek yazılımlı bir dünyada da bir virüs saldırısının çok kısa sürede salgın haline gelmesi kaçınılmaz oluyor. Bowden’a ilerde böyle bir tehlikenin varolduğunu söylediğimiz zaman, şu anda “Güvenilir Bilgi İşlem” ortamını yaratmak için alternatif bir çözüm yolu olmadığını söylüyor.
Herkes Microsoft’a Saldırıyor!
İnternetteki virüs,spam ve casus yazılım dolaşımının Microsoft ürünlerine verdiği zarara değindiğimiz zaman Bowden, Microsoft’un şu andaki Pazar payı ve piyasadaki durumu yüzünden sanal saldırılara çok fazla maruz kaldığını söylüyor. Bir takım kimselerin Microsoft’u hedef aldığına değinen Bowden, ancak Güvenilir Bilgi İşlem sayesinde çok daha emniyetli bir geleceğin bizleri beklediğini sözlerine ekliyor. 10-15 sene içerisinde bilgisayar kullanımının günümüze oranla çok daha yaygın olacağını belirten Bowden, eğer ilerde bilgisayarlara daha fazla sorumluluk vereceksek onlara güvenmemizin şart olduğunu söylüyor.
Güvenli Bir Ortamda Herkes Kazanır
Microsoft gelecekte şifreleme standartları ve yeni jenerasyon GBİ sayesinde daha büyük bir Pazar payına ulaşırsa oluşabilecek tekelleşme sorunları neler olabilir diye soruyoruz Mr.Bowden’a. Bu sorumuza ilginç bir cevap veriyor, “eğer gelecekte bilgisayarları insanların bütünüyle güvenebildiği aletler haline getirebilirsek, bu sektördeki büyüme inanılmaz boyutlara ulaşacaktır. Evimizde, mutfakta, banyoda, arabada ve tahmin edebileceğimiz heryerde bilgisayarlar ve yazılımlara ihtiyaç olacaktır. Eminim ki böyle zengin bir iş ortamında her türlü yazılımcı firma kendilerine bir pazar bulacaktır. Çünkü büyümek demek yeni iş imkanları ve yeni iş kolları demektir.”
Bireysel Özgürlükler
Bir gizlilik uzmanı olan MR. Bowden’a yönelttiğimiz son soru ise internetin gelecekte insanların bireysel özgürlüklerini ne yönde etkileyeceği oluyor. Çünkü düşündüğümüz zaman ilerde her türlü kaydın dijital bir ağ ortamında kolayca elde edilebilmesi riski, özel hayatın ve iş hayatının gizliliğini ortadan kaldırabilecek bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor. Bowden, bu konu hakkında gayet iyimser, Microsoft’un amacının insanların kendi gizliliklerini kendilerinin tayin etmesini sağlamak olduğu söylüyor. “Eğer gizliliğinizi başka firmalar tarafından güvence altına alırsanız burada kontrol elinizde olmaz” diyor. “Çünkü özel bilgilerinizi kimseyle paylaşmak zorunda değilsiniz, bu koruma amaçlı olsa bile. Bu doğrultuda Microsoft, XP ve Internet Explorer 6 ile birlikte web üzerinde sörf yaparken bile her an gizliliğinizi koruaybileceğiniz bir sistem geliştirdi. Bir web sitesine bağlanırken veya bilgi yollarken bu sitenin güvenirliliğini sizin için sorgulayan ve önünüze seçenekler getiren bu yeni sistemde kontrol kullanıcıda oluyor.”
Caspar Bowden, sohbet boyunca sözlerinde güvenliğin gelecekte her yönden çok büyük önem kazanacağını vurgulamak istiyor. Zaten uyum sürecinde olduğumuz AB içerisinde de bilginin gizliliği ve güvenliği çeşitli yasalarla koruma altına alınmış. Türkiye’nin de en kısa zamanda bu düzenlemeleri yapması gerekiyor.
Caspart Bowden ile yaptığımız bu ilginç sohbet için teşekkür ediyoruz ve dijital ortamlarda daha güvenilir bir gelecek umut ediyoruz.
Sokrates ve Erasmus programları üzerine
Sokrates ve Erasmus; tarihin iki farklı dönemine damgalarını vurmuş şahsiyetler. Bir tanesi ünlü Antik Yunan filozofu, diğeri ise 15. yüzyılda yaşamış Hümanizm’in babası sayılan Hollandalı düşünür.
Peki ikisini biraraya getiren nedir?
1987 yılından beri Avrupa’da uygulanmakta olan bir eğitim değişim programı.
Genel olarak Sokrates adı altında anılan bu değişim programı, çeşitli Avrupa ülkelerinin eğitim amacıyla ortak çalışması esasına dayanıyor. Zira tam 15 yıldır Sokrates programı çerçevesinde 30 Avrupa ülkesi arasında öğrenci ve akademisyen değişimi yapılıyor. İşte Erasmus da her düzeyde değişim gerçekleştiren bu projenin yüksek öğretim ayağını oluşturmakta...
Daha iyi açıklamak için bir örnek verelim:
Erasmus’a kayıtlı herhangi bir Avrupa ülkesinde, çeşitli kriterleri yerine getirmiş, seçkin üniversitelerin öğrencileri, isteklerine göre başka ülkelere giderek, orada da Erasmus’a kayıtlı üniversitelerde 3-12 ay arasında ücretsiz, hatta burslu eğitim görebiliyorlar. Ayrıca öğrenciler, üniversitelerin anlaşmaları doğrultusunda bu süre zarfında yurtdışında aldıkları derslerin kredilerini ülkelerine döndükten sonra kendi fakültelerine transfer ettirebiliyorlar. Dolayısıyla eğitimlerinde değişim yüzünden sene veya dönem kaybetme olasılıkları da ortadan kalkmış oluyor.
Avrupa Birliği ve birliğe aday ülkelerin öğrencileri arasında son yıllarda çok popülerleşen bu program, 2001 yılından beri Pre-Sokrates (Sokrates Öncesi) adı altında sadece Galatasaray Üniversitesi’nde faaliyet gösteriyordu. Bir nevi test dönemi olarak da niteleyebileceğimiz bu zaman zarfında çeşitli fakültelerden yaklaşık 50 öğrenci Galatasaray Üniversitesi tarafından Fransa’daki çeşitli üniversitelere yollandı. Tabii buna karşılık birçok Fransız öğrenci de değişim yaparak İstanbul’a geldi.
Galatasaray Üniversitesi öncülüğünde gayet başarılı geçirilen iki senenin ardından, Sokrates/Erasmus programı önümüzdeki yıl Türkiye’de 15 üniversitede birden pilot uygulamalara başlayacak. Avrupa kültürünü görebilmek ve yurtdışında ücretsiz eğitim almak adına büyük fırsatlar sunan bu program, gelecekte birçok üniversite öğrencisinin hayallerini süsleyecek gibi gözüküyor.
Bu yüzden biz de sabah kampüs sayfası olarak sizler için Galatasaray Üniversitesi’nin pre-sokrates programı ile yurtdışına gitmiş iki Türk öğrenci ve aynı program çerçevesinde İstanbul’a gelmiş iki Fransız öğrenci ile ufak bir söyleşi yaptık.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden Azade Aslan ve Yasemin Reman, Fransa’nın Bordeaux kentindeki Michelle de Montaigne üniversitesinde 2002-2003 ders yılının ikinci döneminde misafir öğrenci olarak eğitim gördüler. Bu iki öğrenci Fransa’daki deneyimlerini sabah kampüs’e anlattı:
İLK İZLENİMLER
“Bordeaux kentine gittimizde, bizi ilk olarak üniversitenin öğrenci yurduna yerleştirdiler. İstanbul’a göre çok ufak bir şehir olmasına rağmen Bordeaux, öğrencilerin yaşaması için çok güzel bir yer. Zaten yurt dahilinde Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelen Sokrates öğrencileri ile beraber kalıyorduk. Derslere katılmanın yanı sıra okul içi ve okul dışı aktivitelerde uluslararası bir ortamda bulunmak hakikaten çok keyifliydi. Hem farklı kültürlerden insanlarla tanıştık, hem de orada üniversite öğrencisi olarak Türkiye’yi tanıtma imkanı bulduk.”
TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ MOTİVASYONU DAHA YÜKSEK
“Fransa’da ders saatleri ve içeriği açısından, Galatasaray Üniversitesi’ndeki yoğun programımızdan daha esnek bir sistem vardı. Ayrıca Michelle de Montaigne üniversitesindeki öğrenci motivasyonu bizim İstanbul’da alıştığımızdan daha alt bir düzeydeydi. O yüzden akademik olarak pek fazla zorlanmadık.”
TÜRK İMAJINI DEĞİŞTİRDİK
“Okula ilk ayak bastığımızdan itibaren diğer Avrupalılar, Türk olduğumuz için bize biraz önyargılı yaklaştılar. Ancak zaman ilerledikçe onların kafasında oluşturdukları Türk imajını silmeyi başardık. Hem sosyal aktivitelerde olsun, hem de insan ilişkilerinde uyumlu bir görüntü çizdiğimiz için oradaki uluslararası atmosfere çabucak adapte olabildik.”
MÜKEMMEL BİR TECRÜBE
“Bordeaux’da geçirdiğimiz beş ay bize çok şey kazandırdı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden arkadaşlar edindik, Fransızca ve İngilizcemizi ilerlettik ve Fransız eğitim sistemi hakkında bilgi sahibi olduk. Şimdiye geriye dönüp baktığımızda hayatımızdaki önemli kararlardan birini verdiğimizi düşünüyoruz.”
Sokrates sayesinde yurtdışında beş ay geçiren Yasemin Reman ve Azade Aslan’ın program hakkındaki görüşlerini aldıktan sonra 2003-2004 ders yılının ilk dönemi için yurdumuza gelen ve Galatasaray Üniversitesi’nde eğitim gören iki Fransız’ın fikirlerini aldık. Fransızlardan Meryl Bécède Gazetecilik öğrencisi ve Bordeaux’dan gelmiş. Benjamin Sabbah ise Paris’te ünlü Sorbonne üniversitesi’nde iktisat eğitimi görüyormuş.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN FARKLI BİR SEÇİMDİ...
“Sokrates programına başvurduğumuz vakit karşımızda İtalya, İspanya ve İngiltere gibi seçenekler vardı, ancak bu ülkeleri iyi tanıdığımız için kültürünü daha çok merak ettiğimiz Türkiye ve İstanbul’u seçtik. Açıkçası İstanbul gibi bir şehir bizi her zaman cezbetmişti.”
GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ ve SORBONNE
“Gelmeden önce Galatasaray Üniversitesi hakkında pek fazla bilgimiz yoktu açıkçası, ancak adaptasyon sorunlarını aştıktan sonra iyi eğitim veren bir kuruma geldiğimizi anlamakta gecikmedik.” Bu noktada söze giren Benjamin; “ Sorbonne gibi bir üniversiteden gelmiş olmama rağmen bu okuldaki akademik düzey ve öğretmenlerin kalitesi beni gerçekten şaşırttı ve aldığım eğitimden şu an için çok memnunum.”
İSTANBUL
“İstanbul gibi büyük bir metropole gelince Türkiye’nin bir özetini görmüş gibi oluyorsunuz. Taksim, Beyoğlu’na çıktığınızda kendinizi sanki Avrupa’nın herhangi bir şehrindeymiş gibi hissederken, öte yandan bazı semtlere gittiğiniz zaman bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Tabii böyle hisleri Paris gibi şehirlerde yaşamak da mümkün ama yine de İstanbul’un büyüsü farklı.”
TERÖR SALDIRILARI
“İstanbul’daki terör saldırılarını öğrendiğimizde olaya birer yabancı gibi tepki vermedik, çünkü biz 5 aylığına da olsa burada İstanbullu sayılırız. O yüzden biz de her İstanbullu gibi çok üzüldük, endişelendik ama aklımıza buradan gitmek gibi bir düşünce hiç gelmedi. Eminiz ki en kısa zamanda hayat eski haline dönecektir.”
İşte görüldüğü üzere Sokrates programıyla seyahat eden öğrencilerin hepsi yaşadıkları tecrübelerden çok memnun kalmış. Zaten Avrupa Birliği yolunda ilerleyen bir Türkiye’nin akademik yanının da Avrupa ile iç içe olması gerekiyor. Zira bu program öğrencilerin yanı sıra öğretim görevlilerini de kapsamakta... Ayrıca şu bir gerçektir ki, yurtdışına eğitimli ve kültürlü üniversite öğrencilerini gönderdiğimiz takdirde, Türkiye’nin imajı herkesin gözünde yücelecektir.
Peki ikisini biraraya getiren nedir?
1987 yılından beri Avrupa’da uygulanmakta olan bir eğitim değişim programı.
Genel olarak Sokrates adı altında anılan bu değişim programı, çeşitli Avrupa ülkelerinin eğitim amacıyla ortak çalışması esasına dayanıyor. Zira tam 15 yıldır Sokrates programı çerçevesinde 30 Avrupa ülkesi arasında öğrenci ve akademisyen değişimi yapılıyor. İşte Erasmus da her düzeyde değişim gerçekleştiren bu projenin yüksek öğretim ayağını oluşturmakta...
Daha iyi açıklamak için bir örnek verelim:
Erasmus’a kayıtlı herhangi bir Avrupa ülkesinde, çeşitli kriterleri yerine getirmiş, seçkin üniversitelerin öğrencileri, isteklerine göre başka ülkelere giderek, orada da Erasmus’a kayıtlı üniversitelerde 3-12 ay arasında ücretsiz, hatta burslu eğitim görebiliyorlar. Ayrıca öğrenciler, üniversitelerin anlaşmaları doğrultusunda bu süre zarfında yurtdışında aldıkları derslerin kredilerini ülkelerine döndükten sonra kendi fakültelerine transfer ettirebiliyorlar. Dolayısıyla eğitimlerinde değişim yüzünden sene veya dönem kaybetme olasılıkları da ortadan kalkmış oluyor.
Avrupa Birliği ve birliğe aday ülkelerin öğrencileri arasında son yıllarda çok popülerleşen bu program, 2001 yılından beri Pre-Sokrates (Sokrates Öncesi) adı altında sadece Galatasaray Üniversitesi’nde faaliyet gösteriyordu. Bir nevi test dönemi olarak da niteleyebileceğimiz bu zaman zarfında çeşitli fakültelerden yaklaşık 50 öğrenci Galatasaray Üniversitesi tarafından Fransa’daki çeşitli üniversitelere yollandı. Tabii buna karşılık birçok Fransız öğrenci de değişim yaparak İstanbul’a geldi.
Galatasaray Üniversitesi öncülüğünde gayet başarılı geçirilen iki senenin ardından, Sokrates/Erasmus programı önümüzdeki yıl Türkiye’de 15 üniversitede birden pilot uygulamalara başlayacak. Avrupa kültürünü görebilmek ve yurtdışında ücretsiz eğitim almak adına büyük fırsatlar sunan bu program, gelecekte birçok üniversite öğrencisinin hayallerini süsleyecek gibi gözüküyor.
Bu yüzden biz de sabah kampüs sayfası olarak sizler için Galatasaray Üniversitesi’nin pre-sokrates programı ile yurtdışına gitmiş iki Türk öğrenci ve aynı program çerçevesinde İstanbul’a gelmiş iki Fransız öğrenci ile ufak bir söyleşi yaptık.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden Azade Aslan ve Yasemin Reman, Fransa’nın Bordeaux kentindeki Michelle de Montaigne üniversitesinde 2002-2003 ders yılının ikinci döneminde misafir öğrenci olarak eğitim gördüler. Bu iki öğrenci Fransa’daki deneyimlerini sabah kampüs’e anlattı:
İLK İZLENİMLER
“Bordeaux kentine gittimizde, bizi ilk olarak üniversitenin öğrenci yurduna yerleştirdiler. İstanbul’a göre çok ufak bir şehir olmasına rağmen Bordeaux, öğrencilerin yaşaması için çok güzel bir yer. Zaten yurt dahilinde Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelen Sokrates öğrencileri ile beraber kalıyorduk. Derslere katılmanın yanı sıra okul içi ve okul dışı aktivitelerde uluslararası bir ortamda bulunmak hakikaten çok keyifliydi. Hem farklı kültürlerden insanlarla tanıştık, hem de orada üniversite öğrencisi olarak Türkiye’yi tanıtma imkanı bulduk.”
TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ MOTİVASYONU DAHA YÜKSEK
“Fransa’da ders saatleri ve içeriği açısından, Galatasaray Üniversitesi’ndeki yoğun programımızdan daha esnek bir sistem vardı. Ayrıca Michelle de Montaigne üniversitesindeki öğrenci motivasyonu bizim İstanbul’da alıştığımızdan daha alt bir düzeydeydi. O yüzden akademik olarak pek fazla zorlanmadık.”
TÜRK İMAJINI DEĞİŞTİRDİK
“Okula ilk ayak bastığımızdan itibaren diğer Avrupalılar, Türk olduğumuz için bize biraz önyargılı yaklaştılar. Ancak zaman ilerledikçe onların kafasında oluşturdukları Türk imajını silmeyi başardık. Hem sosyal aktivitelerde olsun, hem de insan ilişkilerinde uyumlu bir görüntü çizdiğimiz için oradaki uluslararası atmosfere çabucak adapte olabildik.”
MÜKEMMEL BİR TECRÜBE
“Bordeaux’da geçirdiğimiz beş ay bize çok şey kazandırdı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden arkadaşlar edindik, Fransızca ve İngilizcemizi ilerlettik ve Fransız eğitim sistemi hakkında bilgi sahibi olduk. Şimdiye geriye dönüp baktığımızda hayatımızdaki önemli kararlardan birini verdiğimizi düşünüyoruz.”
Sokrates sayesinde yurtdışında beş ay geçiren Yasemin Reman ve Azade Aslan’ın program hakkındaki görüşlerini aldıktan sonra 2003-2004 ders yılının ilk dönemi için yurdumuza gelen ve Galatasaray Üniversitesi’nde eğitim gören iki Fransız’ın fikirlerini aldık. Fransızlardan Meryl Bécède Gazetecilik öğrencisi ve Bordeaux’dan gelmiş. Benjamin Sabbah ise Paris’te ünlü Sorbonne üniversitesi’nde iktisat eğitimi görüyormuş.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN FARKLI BİR SEÇİMDİ...
“Sokrates programına başvurduğumuz vakit karşımızda İtalya, İspanya ve İngiltere gibi seçenekler vardı, ancak bu ülkeleri iyi tanıdığımız için kültürünü daha çok merak ettiğimiz Türkiye ve İstanbul’u seçtik. Açıkçası İstanbul gibi bir şehir bizi her zaman cezbetmişti.”
GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ ve SORBONNE
“Gelmeden önce Galatasaray Üniversitesi hakkında pek fazla bilgimiz yoktu açıkçası, ancak adaptasyon sorunlarını aştıktan sonra iyi eğitim veren bir kuruma geldiğimizi anlamakta gecikmedik.” Bu noktada söze giren Benjamin; “ Sorbonne gibi bir üniversiteden gelmiş olmama rağmen bu okuldaki akademik düzey ve öğretmenlerin kalitesi beni gerçekten şaşırttı ve aldığım eğitimden şu an için çok memnunum.”
İSTANBUL
“İstanbul gibi büyük bir metropole gelince Türkiye’nin bir özetini görmüş gibi oluyorsunuz. Taksim, Beyoğlu’na çıktığınızda kendinizi sanki Avrupa’nın herhangi bir şehrindeymiş gibi hissederken, öte yandan bazı semtlere gittiğiniz zaman bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Tabii böyle hisleri Paris gibi şehirlerde yaşamak da mümkün ama yine de İstanbul’un büyüsü farklı.”
TERÖR SALDIRILARI
“İstanbul’daki terör saldırılarını öğrendiğimizde olaya birer yabancı gibi tepki vermedik, çünkü biz 5 aylığına da olsa burada İstanbullu sayılırız. O yüzden biz de her İstanbullu gibi çok üzüldük, endişelendik ama aklımıza buradan gitmek gibi bir düşünce hiç gelmedi. Eminiz ki en kısa zamanda hayat eski haline dönecektir.”
İşte görüldüğü üzere Sokrates programıyla seyahat eden öğrencilerin hepsi yaşadıkları tecrübelerden çok memnun kalmış. Zaten Avrupa Birliği yolunda ilerleyen bir Türkiye’nin akademik yanının da Avrupa ile iç içe olması gerekiyor. Zira bu program öğrencilerin yanı sıra öğretim görevlilerini de kapsamakta... Ayrıca şu bir gerçektir ki, yurtdışına eğitimli ve kültürlü üniversite öğrencilerini gönderdiğimiz takdirde, Türkiye’nin imajı herkesin gözünde yücelecektir.
ekim 2003 - Craig Barret Türkiye'de
RÜZGAR GİBİ GEÇTİ...
İntel’in CEO’su Craig Barrett sadece bir gün kaldığı İstanbul’da, takvimine 2 konferans, 1 basın toplantısı ve Başbakanla bir görüşme sığdırdı.
Geçtiğimiz hafta Salı günü, piyasa değeri yaklaşık 200 milyar dolar olan dünya mikroişlemci devi Intel’in CEO’su Craig Barrett Türkiye’deydi. Barrett, sadece bir gün süren ziyaretindeki temaslarına sabah saatlerinde Conrad Oteli’nde verdiği konferansla başladı. Daha sonra otelde bir basın toplantısı yapan Barrett, Boğaziçi üniversitesinde öğrencilerle buluştuktan sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’la da bir görüşme yaptı.
Sabahki açılış konuşmasında son on yıl içerisinde Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin son 10 yıl içerisinde dünya ekonomisine katılmasıyla yaklaşık üç milyar kişilik yeni bir pazarın oluştuğuna dikkati çeken Barrett, Türkiye’nin böylesi bir rekabet ortamına hazırlanması için Bilgi Teknolojileri altyapılarını çok iyi oluşturması gerektiğini söyledi. Bilgi teknolojileri altyapılarını oluşturmak için sunduğu modelde ise dört ana başlık vardı.
- Eğitim: Eğitimli bir nüfus her zaman için gelecekte teknolojik altyapının oluşturmanın temelini oluşturacaktır.
-
- Ar-Ge: Araştırma ve geliştirme için ayırılacak kaynaklar ilerisi için Türkiye’nin kendi teknoloji üretimini yapabilmesi açısından çok önemli.
-
- Altyapı: Daha önceleri altyapı dendiği zaman akla gelen tren yolları ve otobanlar artık yerlerini internet ve telekomünikasyon altyapılarına bırakmıştır. İyi bir altyapı ağı kurulduğu takdirde dijital ve mobil yaşama geçiş çok daha kolay olacaktır.
-
- Devlet Teşviği: Bilgi teknolojileri desteklenmelidir. Gelişim, yasalar tarafından engellenmemeli ancak düzenlenmelidir.
Konuşmasında Türkiye’nin yanısıra dünyanın teknolojik geleceği hakkında da öngörülerde bulunan Barrett, özellikle kablosuz teknolojilerin hem ucuz olmaları hem de sağladıkları avantajlar sayesinde ileride çok büyük bir piyasa oluşturacaklarını ifade etti.
KUTU:
Craig Barret’a göre teknolojinin geleceğini oluşturacak kavramlar
1. Mobilite
2. Güvenlik
3. Sanallaşma
4. Kablosuz
KUTU:
Craig Barrett konferans’ın ardından düzenlenen basın toplantısında soruları şöyle yanıtladı:
Soru: Eğer Türk ekonomisini yönetiyor olsaydınız hangi alanlara yatırım yapardınız?
Cevap: öncelikle iletişim sektörüne ve eğitime yatırım yapardım. Tabii iş alanlarının büyümesini teşvik edecek düzenlemelerde de bulunurdum.
Soru: Türkiye sizce Bilgi teknolojilerinde bölgesel bir lider olabilir mi?
Cevap: Bunun için gerekli fırsatları değerlendirmeniz lazım ancak bölgede Lübnan, İsrail ve BAE gibi bu rolü üstlenmeye aday ülkeler var.
Soru: Türkiye’de ne gibi yatırımlarda bulunuyorsunuz?
Cevap: Şu an için üniversitelerde laboratuarlar kuruyoruz ve gelecekte öğretmenleri teknoloji kullanımı konusunda eğiteceğiz.
Basın toplantısından sonra Boğaziçi Üniversitesindeki bir başka toplantıya katılan İntel’in CEO’su burada öğrencilerin kendisi ve İntel hakkında sorduğu soruları yanıtladı. Daha samimi bir havada geçen bu toplantıda gelecekte internet’in bütün hayatımıza yayılması sonucunda oluşabilecek güvenlik sorunları hakkında bir soruya ise şöyle yanıt verdi:
“İnternet, güvenlik kavramıyla birlikte düşünülmesi gereken bir olgu. Ancak bütün bilgi hırsızlığının ve korsanlığının internet ile ortaya çıktığını söylemek zor. Bu sorun insanların bilgi alışverişinde bulunduğu tüm çağlar içerisinde mevcut olmuştur. Eğer yeterli güvenlik altyapıları kurulduğu takdirde, önemli bilgilerin istenmeyen üçüncü şahısların eline geçmesi engellenebilir.”
Dünya üzerinde 150’den fazla ülkenin GSMH’sinden daha büyük bir şirketin İcra Kurulu Başkanı olan Craig Barrett, Türkiye hakkında bulunduğu isabetli tespitler ve ülkemiz hakkındaki derin bilgisiyle kendisini dinleyenleri etkilemeyi başardı. Günün ilerleyen saatlerinde Başbakan Tayyip Erdoğan ile de bir görüşme yapan Craig Barrett akşam saatlerinde yurttan ayrıldı.
İntel’in CEO’su Craig Barrett sadece bir gün kaldığı İstanbul’da, takvimine 2 konferans, 1 basın toplantısı ve Başbakanla bir görüşme sığdırdı.
Geçtiğimiz hafta Salı günü, piyasa değeri yaklaşık 200 milyar dolar olan dünya mikroişlemci devi Intel’in CEO’su Craig Barrett Türkiye’deydi. Barrett, sadece bir gün süren ziyaretindeki temaslarına sabah saatlerinde Conrad Oteli’nde verdiği konferansla başladı. Daha sonra otelde bir basın toplantısı yapan Barrett, Boğaziçi üniversitesinde öğrencilerle buluştuktan sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’la da bir görüşme yaptı.
Sabahki açılış konuşmasında son on yıl içerisinde Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin son 10 yıl içerisinde dünya ekonomisine katılmasıyla yaklaşık üç milyar kişilik yeni bir pazarın oluştuğuna dikkati çeken Barrett, Türkiye’nin böylesi bir rekabet ortamına hazırlanması için Bilgi Teknolojileri altyapılarını çok iyi oluşturması gerektiğini söyledi. Bilgi teknolojileri altyapılarını oluşturmak için sunduğu modelde ise dört ana başlık vardı.
- Eğitim: Eğitimli bir nüfus her zaman için gelecekte teknolojik altyapının oluşturmanın temelini oluşturacaktır.
-
- Ar-Ge: Araştırma ve geliştirme için ayırılacak kaynaklar ilerisi için Türkiye’nin kendi teknoloji üretimini yapabilmesi açısından çok önemli.
-
- Altyapı: Daha önceleri altyapı dendiği zaman akla gelen tren yolları ve otobanlar artık yerlerini internet ve telekomünikasyon altyapılarına bırakmıştır. İyi bir altyapı ağı kurulduğu takdirde dijital ve mobil yaşama geçiş çok daha kolay olacaktır.
-
- Devlet Teşviği: Bilgi teknolojileri desteklenmelidir. Gelişim, yasalar tarafından engellenmemeli ancak düzenlenmelidir.
Konuşmasında Türkiye’nin yanısıra dünyanın teknolojik geleceği hakkında da öngörülerde bulunan Barrett, özellikle kablosuz teknolojilerin hem ucuz olmaları hem de sağladıkları avantajlar sayesinde ileride çok büyük bir piyasa oluşturacaklarını ifade etti.
KUTU:
Craig Barret’a göre teknolojinin geleceğini oluşturacak kavramlar
1. Mobilite
2. Güvenlik
3. Sanallaşma
4. Kablosuz
KUTU:
Craig Barrett konferans’ın ardından düzenlenen basın toplantısında soruları şöyle yanıtladı:
Soru: Eğer Türk ekonomisini yönetiyor olsaydınız hangi alanlara yatırım yapardınız?
Cevap: öncelikle iletişim sektörüne ve eğitime yatırım yapardım. Tabii iş alanlarının büyümesini teşvik edecek düzenlemelerde de bulunurdum.
Soru: Türkiye sizce Bilgi teknolojilerinde bölgesel bir lider olabilir mi?
Cevap: Bunun için gerekli fırsatları değerlendirmeniz lazım ancak bölgede Lübnan, İsrail ve BAE gibi bu rolü üstlenmeye aday ülkeler var.
Soru: Türkiye’de ne gibi yatırımlarda bulunuyorsunuz?
Cevap: Şu an için üniversitelerde laboratuarlar kuruyoruz ve gelecekte öğretmenleri teknoloji kullanımı konusunda eğiteceğiz.
Basın toplantısından sonra Boğaziçi Üniversitesindeki bir başka toplantıya katılan İntel’in CEO’su burada öğrencilerin kendisi ve İntel hakkında sorduğu soruları yanıtladı. Daha samimi bir havada geçen bu toplantıda gelecekte internet’in bütün hayatımıza yayılması sonucunda oluşabilecek güvenlik sorunları hakkında bir soruya ise şöyle yanıt verdi:
“İnternet, güvenlik kavramıyla birlikte düşünülmesi gereken bir olgu. Ancak bütün bilgi hırsızlığının ve korsanlığının internet ile ortaya çıktığını söylemek zor. Bu sorun insanların bilgi alışverişinde bulunduğu tüm çağlar içerisinde mevcut olmuştur. Eğer yeterli güvenlik altyapıları kurulduğu takdirde, önemli bilgilerin istenmeyen üçüncü şahısların eline geçmesi engellenebilir.”
Dünya üzerinde 150’den fazla ülkenin GSMH’sinden daha büyük bir şirketin İcra Kurulu Başkanı olan Craig Barrett, Türkiye hakkında bulunduğu isabetli tespitler ve ülkemiz hakkındaki derin bilgisiyle kendisini dinleyenleri etkilemeyi başardı. Günün ilerleyen saatlerinde Başbakan Tayyip Erdoğan ile de bir görüşme yapan Craig Barrett akşam saatlerinde yurttan ayrıldı.
ekim 2003 - Wireless Internet Türkiye'de !!!
OTELDE, HAVAALANINDA, SOKAKTA KABLOSUZ INTERNET
Son yılların heyecan verici teknolojik gelişmelerinden biri olan kablosuz internet artık Türkiye’de de yaygınlaşmaya başladı. Bu teknolojinin özelliği ise, kullanıcısına hem bir kabloya bağımlı olmadan, hem de kapsama alanı içerisinde sınırsız hareket imkanı sağlayarak internet hizmeti vermesi. Türkiye’de kablosuz İnternet ilk olarak oteller ve konferans salonları gibi belirli kapalı alanlarda hayata geçirilmişti. Sonrasında Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali de bu hizmeti vermeye başladı. Son olarak ise İstiklal Caddesi bu uygulamanın başlatıldığı ilk açık alan oldu. Biz de e.yaşam olarak bu yenilikleri sizler için gözden geçirdik. Ancak İstanbul’un çeşitli mekanlarında yaptığımız kablosuz internet testlerine geçmeden önce bu yeni teknolojiyi biraz tanımakta yarar var.
Bilgisayarların, PDA’lerin ve Cep telefonlarının kapsama alanı içerisindeki erişim noktalarıyla sinyal alışverişinde bulunması mantığıyla çalışan kablosuz internet teknolojisi, yeni ve heyecan verici olmasının yanı sıra bazı riskleri de beraberinde taşıyor. Çünkü bir kablo vasıtasıyla yapılmayan ve sadece havadan iletilen sinyallerle yapılan bir veri alışverişinde güvenli koridorlar yaratabilmek gerçekten çok zor. Mesela kablosuz internet hizmetinin verildiği alanlardan internete bağlanan bütün bilgisayarlar aynı yerel ağa (Local Area Network) bağlanmış oluyor. Aynı yerel ağ üzerinden başka bilgisayarların sistemlerine girmek ve tahribat yapmak çok daha kolay bir işlem. Diğer bağlantı tiplerinde (dial-up, kablonet, ADSL) böyle bir tehlike nispeten daha az. Zaten bu yüzden kablosuz teknolojilerde en büyük sorun, veri güvenliğini sağlayabilmek olarak göze çarpıyor.
İşte bütün bu bilgileri göz önünde bulundurarak kalabalık bir Cumartesi günü İstiklal Caddesi’nin yolunu tutuyoruz. Amaç, kablosuz internet’i sizler için test etmek. Test işlemlerini yapmak üzere Pozitron Bilgisayar’dan Sistem Analisti Uğur Yayvak da gerekli yazılım (Windows XP) ve donanımlarla (Bir Lap-Top ve kablosuz internet kartı) bize katılıyor.
Lap-top’u açıp kablosuz internet kartını taktıktan sonra ilk olarak bulunduğumuz ağı tarıyoruz ve bizden başka sadece iki kullanıcının daha o esnada İstiklal Caddesi’nde kablosuz internete bağlandığını tespit ediyoruz. Biz de internete girmek için “web browser”’ımızı açtığımızda ise karşımıza Koçnet’in bir sözleşmesi çıkıyor. Sözleşmede güvenlik sorumluluğunun tümüyle kullanıcıya ait olduğu belirtilip, kabul edilmediği takdirde de internet bağlantısı sağlanmayacağı bildiriliyor.
Ancak biz sözleşmeyi kabul etmememize rağmen yine de yerel ağa bağlanabildik ve gördük ki bu hizmetten yararlanmayı düşünen internet kullanıcılarının güvenlik ayarlarına çok dikkat etmeleri gerekiyor. Çünkü yerel ağ üzerinde dolaşırken, bilgisayarlarında güvenlik açığı bulunan kişisel kullanıcıların sistemlerine girebilmenin mümkün olduğunu farkettik. Bu esnada Koçnet’in sözleşmesini hala kabul etmemiştik... Bu tespiti yaptıktan sonra İstiklal Caddesi’nin başından Galatasaray Lisesi’ne kadar olan alanı test edebilmek için birkaç farklı mekanda dizüstü bilgisayarımızı kurduk ve bu alan içerisinde her noktadan internet sinyali alabildik. Lise’ye yakın bir mekan olan İstavrit kafeye gittiğimizde ise artık sözleşmeyi kabul ederek biraz da bağlantının hızını ve kalitesini ölçmeye karar verdik. İstavrit Kafe’de yaklaşık 6 tane erişim noktasından sinyal almamıza rağmen bağlandığımız ilk erişim noktasında başarılı olamadık. Sonraki denememizde ise bağlantı sağlandı ve sörfe başladık. Güvenliği yeterli göremediğiz için herhangi bir şifre gerektirecek adrese (Hotmail, Yahoo Mail vb.) uğramadan download yapmak için bir siteye bağlandık. Bağlantı hızı tatminkar ve ortalama download hızı ise 60kb/s idi. Ancak biz bu denemeyi yaptığımız sırada caddede sadece üç kullanıcı interneti kullanıyordu. İlerde kullanıcı sayısı arttıkça bağlantı hızında düşmeler yaşanabilir. Zaten sözleşmesinde de Koçnet belirli bir bağlantı hızı garantisi belirtmemiş.
İstiklal Caddesi’ndeki test işlemlerini bitirdikten sonraki durağımız The Ritz-Carlton Oteli’ydi. Burada kablosuz internete bağlanmak için belirli bir ücret ödemek gerekiyor. Ancak bağlantı için gerekli olan kablosuz internet kartı otel tarafından tedarik ediliyor. Kablosuz teknoloji’de Intel altyapısını kullanan Ritz Carlton’da İstiklal Caddesi’nden farklı olarak “yüksek data güvenliği” ve 256kb/s bağlantı garantisi veriliyor. Otel tarafından size verilen bir kullanıcı adı ve parolasıyla sisteme giriş yapabiliyorsunuz. Bu işlemler sonrasında boğaz manzaralı lobby, restoranlar ve barlarda internet keyfi yaşamak mümkün oluyor.
The Ritz-Carlton’dakinin benzeri bir sistem Atatürk Havalimanı Dış hatlar Terminali’nde de uygulanmakta. Erişim sisteminin Superonline tarafından sağlandığı Atatürk Havalimanı Dış hatlar terminalinin teknoloji altyapısı ise Ritz-Carlton’da da olduğu gibi Cisco Systems tarafından sunuluyor. Terminaldeki kablosuz bağlantılarda da yine belirli bir “data güvenliği” taahhüd ediliyor. Yılda 10 milyon insanın geçiş yaptığı alanda böyle öncü bir hizmetin veriliyor olması Türkiye’nin imajı ve havalimanının prestiji açısından çok önemli. BU KALIN YERİ KOYMAK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ (Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre uçak rötarlarının ekonomiye yıllık zararı yaklaşık 800 milyon dolar. Alanlarda internet kullanımı sağlanabilirse eğer, bu zarar ileriki yıllarda daha aza inebilir.)
Ayrıca bütün bu mekanların yanı sıra 2001’den beri Bilişim Fuarında da kablosuz internet ziyaretçilerin kullanımına sunuluyor. Sonuç olarak özellikle İstanbul’da giderek yaygınlaşan kablosuz hizmetler gelecekte mobil hayata adım atmak adına büyük bir gelişme. İnsanların ofislerine bağlı kalmadan her an her yerde diledikleri gibi hareket ederek internetten yararlanmaları, kanımca verimliliği arttırmakla beraber gereksiz zaman kayıplarını da engelleyecektir.
NOT: Test işlemleri sırasında hem ekipman olarak hem de çalışmalarıyla bu araştırmada emeği geçen Pozitron Bilgisayar ve Pozitron Bilgisayar Sistem Analist’i Uğur Yayvak’a teşekkür ederiz.
KABLOSUZ INTERNETIN AVANTAJLARI
• Mobil kullanım kolaylığı
• Zaman ve iş kayıplarının engellenmesi
• Yüksek hızda bağlantı
• Kesintisiz erişim
Son yılların heyecan verici teknolojik gelişmelerinden biri olan kablosuz internet artık Türkiye’de de yaygınlaşmaya başladı. Bu teknolojinin özelliği ise, kullanıcısına hem bir kabloya bağımlı olmadan, hem de kapsama alanı içerisinde sınırsız hareket imkanı sağlayarak internet hizmeti vermesi. Türkiye’de kablosuz İnternet ilk olarak oteller ve konferans salonları gibi belirli kapalı alanlarda hayata geçirilmişti. Sonrasında Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali de bu hizmeti vermeye başladı. Son olarak ise İstiklal Caddesi bu uygulamanın başlatıldığı ilk açık alan oldu. Biz de e.yaşam olarak bu yenilikleri sizler için gözden geçirdik. Ancak İstanbul’un çeşitli mekanlarında yaptığımız kablosuz internet testlerine geçmeden önce bu yeni teknolojiyi biraz tanımakta yarar var.
Bilgisayarların, PDA’lerin ve Cep telefonlarının kapsama alanı içerisindeki erişim noktalarıyla sinyal alışverişinde bulunması mantığıyla çalışan kablosuz internet teknolojisi, yeni ve heyecan verici olmasının yanı sıra bazı riskleri de beraberinde taşıyor. Çünkü bir kablo vasıtasıyla yapılmayan ve sadece havadan iletilen sinyallerle yapılan bir veri alışverişinde güvenli koridorlar yaratabilmek gerçekten çok zor. Mesela kablosuz internet hizmetinin verildiği alanlardan internete bağlanan bütün bilgisayarlar aynı yerel ağa (Local Area Network) bağlanmış oluyor. Aynı yerel ağ üzerinden başka bilgisayarların sistemlerine girmek ve tahribat yapmak çok daha kolay bir işlem. Diğer bağlantı tiplerinde (dial-up, kablonet, ADSL) böyle bir tehlike nispeten daha az. Zaten bu yüzden kablosuz teknolojilerde en büyük sorun, veri güvenliğini sağlayabilmek olarak göze çarpıyor.
İşte bütün bu bilgileri göz önünde bulundurarak kalabalık bir Cumartesi günü İstiklal Caddesi’nin yolunu tutuyoruz. Amaç, kablosuz internet’i sizler için test etmek. Test işlemlerini yapmak üzere Pozitron Bilgisayar’dan Sistem Analisti Uğur Yayvak da gerekli yazılım (Windows XP) ve donanımlarla (Bir Lap-Top ve kablosuz internet kartı) bize katılıyor.
Lap-top’u açıp kablosuz internet kartını taktıktan sonra ilk olarak bulunduğumuz ağı tarıyoruz ve bizden başka sadece iki kullanıcının daha o esnada İstiklal Caddesi’nde kablosuz internete bağlandığını tespit ediyoruz. Biz de internete girmek için “web browser”’ımızı açtığımızda ise karşımıza Koçnet’in bir sözleşmesi çıkıyor. Sözleşmede güvenlik sorumluluğunun tümüyle kullanıcıya ait olduğu belirtilip, kabul edilmediği takdirde de internet bağlantısı sağlanmayacağı bildiriliyor.
Ancak biz sözleşmeyi kabul etmememize rağmen yine de yerel ağa bağlanabildik ve gördük ki bu hizmetten yararlanmayı düşünen internet kullanıcılarının güvenlik ayarlarına çok dikkat etmeleri gerekiyor. Çünkü yerel ağ üzerinde dolaşırken, bilgisayarlarında güvenlik açığı bulunan kişisel kullanıcıların sistemlerine girebilmenin mümkün olduğunu farkettik. Bu esnada Koçnet’in sözleşmesini hala kabul etmemiştik... Bu tespiti yaptıktan sonra İstiklal Caddesi’nin başından Galatasaray Lisesi’ne kadar olan alanı test edebilmek için birkaç farklı mekanda dizüstü bilgisayarımızı kurduk ve bu alan içerisinde her noktadan internet sinyali alabildik. Lise’ye yakın bir mekan olan İstavrit kafeye gittiğimizde ise artık sözleşmeyi kabul ederek biraz da bağlantının hızını ve kalitesini ölçmeye karar verdik. İstavrit Kafe’de yaklaşık 6 tane erişim noktasından sinyal almamıza rağmen bağlandığımız ilk erişim noktasında başarılı olamadık. Sonraki denememizde ise bağlantı sağlandı ve sörfe başladık. Güvenliği yeterli göremediğiz için herhangi bir şifre gerektirecek adrese (Hotmail, Yahoo Mail vb.) uğramadan download yapmak için bir siteye bağlandık. Bağlantı hızı tatminkar ve ortalama download hızı ise 60kb/s idi. Ancak biz bu denemeyi yaptığımız sırada caddede sadece üç kullanıcı interneti kullanıyordu. İlerde kullanıcı sayısı arttıkça bağlantı hızında düşmeler yaşanabilir. Zaten sözleşmesinde de Koçnet belirli bir bağlantı hızı garantisi belirtmemiş.
İstiklal Caddesi’ndeki test işlemlerini bitirdikten sonraki durağımız The Ritz-Carlton Oteli’ydi. Burada kablosuz internete bağlanmak için belirli bir ücret ödemek gerekiyor. Ancak bağlantı için gerekli olan kablosuz internet kartı otel tarafından tedarik ediliyor. Kablosuz teknoloji’de Intel altyapısını kullanan Ritz Carlton’da İstiklal Caddesi’nden farklı olarak “yüksek data güvenliği” ve 256kb/s bağlantı garantisi veriliyor. Otel tarafından size verilen bir kullanıcı adı ve parolasıyla sisteme giriş yapabiliyorsunuz. Bu işlemler sonrasında boğaz manzaralı lobby, restoranlar ve barlarda internet keyfi yaşamak mümkün oluyor.
The Ritz-Carlton’dakinin benzeri bir sistem Atatürk Havalimanı Dış hatlar Terminali’nde de uygulanmakta. Erişim sisteminin Superonline tarafından sağlandığı Atatürk Havalimanı Dış hatlar terminalinin teknoloji altyapısı ise Ritz-Carlton’da da olduğu gibi Cisco Systems tarafından sunuluyor. Terminaldeki kablosuz bağlantılarda da yine belirli bir “data güvenliği” taahhüd ediliyor. Yılda 10 milyon insanın geçiş yaptığı alanda böyle öncü bir hizmetin veriliyor olması Türkiye’nin imajı ve havalimanının prestiji açısından çok önemli. BU KALIN YERİ KOYMAK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ (Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre uçak rötarlarının ekonomiye yıllık zararı yaklaşık 800 milyon dolar. Alanlarda internet kullanımı sağlanabilirse eğer, bu zarar ileriki yıllarda daha aza inebilir.)
Ayrıca bütün bu mekanların yanı sıra 2001’den beri Bilişim Fuarında da kablosuz internet ziyaretçilerin kullanımına sunuluyor. Sonuç olarak özellikle İstanbul’da giderek yaygınlaşan kablosuz hizmetler gelecekte mobil hayata adım atmak adına büyük bir gelişme. İnsanların ofislerine bağlı kalmadan her an her yerde diledikleri gibi hareket ederek internetten yararlanmaları, kanımca verimliliği arttırmakla beraber gereksiz zaman kayıplarını da engelleyecektir.
NOT: Test işlemleri sırasında hem ekipman olarak hem de çalışmalarıyla bu araştırmada emeği geçen Pozitron Bilgisayar ve Pozitron Bilgisayar Sistem Analist’i Uğur Yayvak’a teşekkür ederiz.
KABLOSUZ INTERNETIN AVANTAJLARI
• Mobil kullanım kolaylığı
• Zaman ve iş kayıplarının engellenmesi
• Yüksek hızda bağlantı
• Kesintisiz erişim
eylül 2003 - bilişim fuarı hakkında
Bilişim’de E-Devlet İstilası
Bilişim 03 fuarında bu yıl en dikkat çekici ilerleme e-devlet kanadından geliyor. Geçtiğimiz sene fuara katılan devlet kurumlarının sayısı bir elin parmaklarını dahi geçmezken bu sene yaklaşık 25 kurumun e-devlet projeleri fuara damgasını vurdu. Hatta bu tema çerçevesinde fuar alanındaki “Salon 2” tamamen devlet kurumlarının standlarına ayrılmış durumda. Bu kurumların arasında emniyet genel müdürlüğü, istanbul belediyesi ve kültür-turizm bakanlığı gibi tanıdık simaların yanı sıra türk dil kurumu, afet işleri genel müdürlüğü ve diyanet işleri başkanlığı gibi çarpıcı isimler de yer alıyor. Tabi burada bütün projelerden bahsetmek mümkün değil. O yüzden sizlere en ilginç e-devlet yapılanmaları hakkında bilgi vermeye çalışacağım.
Milliemlak.gov.tr
Meclis, orman vasfını kaybetmiş arazilerin özelleştirilmesini tartışadursun, Milli Emlak Müdürlüğü devletin taşınmazlarının internet üzerinden satışı için gerekli altyapıyı oluşturmaya başlamış bile. Özellikle boş araziler ve devlete ait sosyal tesislerin satışına dair müracaatta bulunma imkanıyla ön plana çıkan bu adres, hem satışa çıkarılmış araziler hakkında bir bilgi bankası oluşturuyor, hem de bu arazilerin resimlerini içeriğinde barındırıyor. Devletten gayrimenkul satın almak isteyenlere duyurulur.
Die.gov.tr
Devlet İstatistik Enstitüsünün sayılarla bezenmiş internet sitesi. Eğer Türkiye hakkında merak ettiğiniz bir sayısal değer varsa, bu site sayesinde aradığınız bilgiye ulaşmanız çok kolay. Bu ister iklimsel değerler olsun, isterse GSMH veya nufüs hesaplamaları olsun hiç farketmiyor. Ancak arama esnasında sayıların içinde kaybolmak gibi bir tehlike de söz konusu.
Ssk.gov.tr
İşte dopdolu bir e-devlet uygulaması daha. Bu adreste sigorta primlerinizin hesaplanmasından, emekliliğinize ne kadar kaldığına kadar bütün bilgilerinize ulaşmanız mümkün. Devlet kurumları arasında en kapsamlı web sitelerinden biri olan ssk.gov.tr, her sigortalının ziyaret etmesi gereken hayatı kolaylaştıran önemli bir adres. Sitedeki e-sigorta uygulamaları sayesinde kimi durumlarda SSK’ya gitmenize gerek bile kalmıyor.
İşte Bilişim ’03 fuarında boy gösteren 25 devlet kurumu arasında dikkat çeken e-devlet projelerinden bir kaç tanesi, ancak bu örneklerin dışında çok kaliteli uygulamalar da sizlere hizmet için bekliyor. Örneğin bir meteor.gov.tr adresi ile “online fetva” sloganını benimsemiş diyanet.gov.tr adresleri de ziyaret etmeye değecek siteler olarak göze çarpıyor.
Bütün bu olumlu gelişmelerle birlikte yine de bazı aksaklıklar yaşanmıyor değil. İlk gün itibariyle “Salon 2” yer bulan e-devlet standlarının büyük bir kısmında internet bağlantısı henüz sağlanmamıştı ve hizmetler bröşürler vasitasıyla tanıtılıyordu. Yine de herşeye rağmen devlet bu konudaki ciddiyetini Cebit Bilişim Eurasia fuarında göstermeyi başarmış. Bize düşen ise fuar sırasında bu standları ziyaret edip bilgilendikten sonra internet başına geçerek yukardaki adresleri tıklamak.
Bilişim 03 fuarında bu yıl en dikkat çekici ilerleme e-devlet kanadından geliyor. Geçtiğimiz sene fuara katılan devlet kurumlarının sayısı bir elin parmaklarını dahi geçmezken bu sene yaklaşık 25 kurumun e-devlet projeleri fuara damgasını vurdu. Hatta bu tema çerçevesinde fuar alanındaki “Salon 2” tamamen devlet kurumlarının standlarına ayrılmış durumda. Bu kurumların arasında emniyet genel müdürlüğü, istanbul belediyesi ve kültür-turizm bakanlığı gibi tanıdık simaların yanı sıra türk dil kurumu, afet işleri genel müdürlüğü ve diyanet işleri başkanlığı gibi çarpıcı isimler de yer alıyor. Tabi burada bütün projelerden bahsetmek mümkün değil. O yüzden sizlere en ilginç e-devlet yapılanmaları hakkında bilgi vermeye çalışacağım.
Milliemlak.gov.tr
Meclis, orman vasfını kaybetmiş arazilerin özelleştirilmesini tartışadursun, Milli Emlak Müdürlüğü devletin taşınmazlarının internet üzerinden satışı için gerekli altyapıyı oluşturmaya başlamış bile. Özellikle boş araziler ve devlete ait sosyal tesislerin satışına dair müracaatta bulunma imkanıyla ön plana çıkan bu adres, hem satışa çıkarılmış araziler hakkında bir bilgi bankası oluşturuyor, hem de bu arazilerin resimlerini içeriğinde barındırıyor. Devletten gayrimenkul satın almak isteyenlere duyurulur.
Die.gov.tr
Devlet İstatistik Enstitüsünün sayılarla bezenmiş internet sitesi. Eğer Türkiye hakkında merak ettiğiniz bir sayısal değer varsa, bu site sayesinde aradığınız bilgiye ulaşmanız çok kolay. Bu ister iklimsel değerler olsun, isterse GSMH veya nufüs hesaplamaları olsun hiç farketmiyor. Ancak arama esnasında sayıların içinde kaybolmak gibi bir tehlike de söz konusu.
Ssk.gov.tr
İşte dopdolu bir e-devlet uygulaması daha. Bu adreste sigorta primlerinizin hesaplanmasından, emekliliğinize ne kadar kaldığına kadar bütün bilgilerinize ulaşmanız mümkün. Devlet kurumları arasında en kapsamlı web sitelerinden biri olan ssk.gov.tr, her sigortalının ziyaret etmesi gereken hayatı kolaylaştıran önemli bir adres. Sitedeki e-sigorta uygulamaları sayesinde kimi durumlarda SSK’ya gitmenize gerek bile kalmıyor.
İşte Bilişim ’03 fuarında boy gösteren 25 devlet kurumu arasında dikkat çeken e-devlet projelerinden bir kaç tanesi, ancak bu örneklerin dışında çok kaliteli uygulamalar da sizlere hizmet için bekliyor. Örneğin bir meteor.gov.tr adresi ile “online fetva” sloganını benimsemiş diyanet.gov.tr adresleri de ziyaret etmeye değecek siteler olarak göze çarpıyor.
Bütün bu olumlu gelişmelerle birlikte yine de bazı aksaklıklar yaşanmıyor değil. İlk gün itibariyle “Salon 2” yer bulan e-devlet standlarının büyük bir kısmında internet bağlantısı henüz sağlanmamıştı ve hizmetler bröşürler vasitasıyla tanıtılıyordu. Yine de herşeye rağmen devlet bu konudaki ciddiyetini Cebit Bilişim Eurasia fuarında göstermeyi başarmış. Bize düşen ise fuar sırasında bu standları ziyaret edip bilgilendikten sonra internet başına geçerek yukardaki adresleri tıklamak.
işkencenin getirdikleri
İşkence’nin getirdikleri
Irak’taki işkence fotoğraflarının basına yansımasıyla birlikte ortaya çıkan tablo belki de gazeteciliğin kaybolan gururunu tekrar geri getirmesi açısından olumlu bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Tabii bu kadar insanlık dışı bir hareketin böyle bir tabloya sebep olması da bir o kadar üzücüdür.
Peki bu fotoğraflar neden gazetecilik mesleğini dünya düzeyinde itibarını yükseltti ve kaybolmakta olan güveni tazeledi? Sorunun cevabını bir sene önceye dönerek aramak lazım. Irak savaşının başladığı günlerde Amerikan ve İngiliz birlikleri tarafından verilen talimatlar doğrultusunda “embedded” gazeteciler türemişti. Bu gazeteciler, ordu birlikleri ile ortak hareket ederek habercilik yapıyorlardı. Operasyonlara katılmaları izinler çerçevesinde gerçekleşiyordu ve ordunun istihbaratının ötesinde bir haber alma olanakları pek fazla yoktu. Ancak bu durum haberciliğin doğasına aykırı bir olaydı. Çünkü gazetecilerin ordu birlikleri ile “embedded” olmaları demek, onların resmi sözcüleri haline gelmeleri demekti. Zira herhangi bir şekilde amerikan askerleri ile beraber hareket eden bir gazetecinin gördükleri olumsuzlukları yansıtması sonucunda çevresinden tepki toplaması ve “embedded” durumunun sona ermesi kaçınılmazdı. Bu yüzden bir kaç ay boyunca taraflı haberlerle kamuoyu kandırılmaya çalışıldı. En sonunda bu durum bazı basın organları tarafından tepkiyle karşılandı ve halk gazetecileri bağımsız haberciler olarak değil, koalisyon kanadının sivil sözcüsü olarak görmeye başladı.
Bu yanlış sistem kısa bir süre içerisinde fiyasko ile sonuçlandı ancak yarattığı etkiler izini kolay kolay silemedi. Özellikle ABD’nin elit kamuoyu tarafından gazeteciler mesleğe ihanetle bile suçlandılar. Kimi gazetelerin tirajları düştü, kimileri ise ancak birer tabloid gazetesi kadar güven teşkil eder duruma geldi.
Bu korkutucu durum, Irak’taki işkence fotoğraflarının yayınlanması ardından ABD ve İngiltere medyasında oluşmayan oto-sansür uygulamasıyla yumuşamaya başladı. Çünkü medya bu olayı çok ayrıntılı bir şekilde işledi. Bununla birlikte halk tarafında gazetecilerin hala bazı örtbas edilmeye çalışılan skandalları ortaya çıkarabilen kişiler olduğu gerçeği tekrar gündeme geldi. Daha önceleri acımasızca eleştirilen medya, bu olay doğrultusunda sosyal sorumluluk ilkelerini sonuna kadar yerine getirerek kamuoyunun takdirini kazanmayı başardı. Özellikle haberleri işleyiş tarzlarıyla ABD ordusu ve hükümetine getirdikleri ağır eleştirilerle dördüncü kuvvet rollerini tekrar geri kazandılar.
Keşke gazetecilerin onurlarını kazanmak için böyle bir olaya ihtiyaçları olmasaydı ve Irak’taki çirkin tablo yaşanmasaydı. Ancak bu olayın getirdikleri ve kamuoyunun medya desteğinin artması belki de gelecekte daha büyük skandalların ortaya çıkmasını bir nebze olsa da engelleyebilir. Çünkü gazeteciler hala beraber hareket ettikleri zaman en büyük sosyal güçlerden biri olduklarını kanıtladılar.
Irak’taki işkence fotoğraflarının basına yansımasıyla birlikte ortaya çıkan tablo belki de gazeteciliğin kaybolan gururunu tekrar geri getirmesi açısından olumlu bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Tabii bu kadar insanlık dışı bir hareketin böyle bir tabloya sebep olması da bir o kadar üzücüdür.
Peki bu fotoğraflar neden gazetecilik mesleğini dünya düzeyinde itibarını yükseltti ve kaybolmakta olan güveni tazeledi? Sorunun cevabını bir sene önceye dönerek aramak lazım. Irak savaşının başladığı günlerde Amerikan ve İngiliz birlikleri tarafından verilen talimatlar doğrultusunda “embedded” gazeteciler türemişti. Bu gazeteciler, ordu birlikleri ile ortak hareket ederek habercilik yapıyorlardı. Operasyonlara katılmaları izinler çerçevesinde gerçekleşiyordu ve ordunun istihbaratının ötesinde bir haber alma olanakları pek fazla yoktu. Ancak bu durum haberciliğin doğasına aykırı bir olaydı. Çünkü gazetecilerin ordu birlikleri ile “embedded” olmaları demek, onların resmi sözcüleri haline gelmeleri demekti. Zira herhangi bir şekilde amerikan askerleri ile beraber hareket eden bir gazetecinin gördükleri olumsuzlukları yansıtması sonucunda çevresinden tepki toplaması ve “embedded” durumunun sona ermesi kaçınılmazdı. Bu yüzden bir kaç ay boyunca taraflı haberlerle kamuoyu kandırılmaya çalışıldı. En sonunda bu durum bazı basın organları tarafından tepkiyle karşılandı ve halk gazetecileri bağımsız haberciler olarak değil, koalisyon kanadının sivil sözcüsü olarak görmeye başladı.
Bu yanlış sistem kısa bir süre içerisinde fiyasko ile sonuçlandı ancak yarattığı etkiler izini kolay kolay silemedi. Özellikle ABD’nin elit kamuoyu tarafından gazeteciler mesleğe ihanetle bile suçlandılar. Kimi gazetelerin tirajları düştü, kimileri ise ancak birer tabloid gazetesi kadar güven teşkil eder duruma geldi.
Bu korkutucu durum, Irak’taki işkence fotoğraflarının yayınlanması ardından ABD ve İngiltere medyasında oluşmayan oto-sansür uygulamasıyla yumuşamaya başladı. Çünkü medya bu olayı çok ayrıntılı bir şekilde işledi. Bununla birlikte halk tarafında gazetecilerin hala bazı örtbas edilmeye çalışılan skandalları ortaya çıkarabilen kişiler olduğu gerçeği tekrar gündeme geldi. Daha önceleri acımasızca eleştirilen medya, bu olay doğrultusunda sosyal sorumluluk ilkelerini sonuna kadar yerine getirerek kamuoyunun takdirini kazanmayı başardı. Özellikle haberleri işleyiş tarzlarıyla ABD ordusu ve hükümetine getirdikleri ağır eleştirilerle dördüncü kuvvet rollerini tekrar geri kazandılar.
Keşke gazetecilerin onurlarını kazanmak için böyle bir olaya ihtiyaçları olmasaydı ve Irak’taki çirkin tablo yaşanmasaydı. Ancak bu olayın getirdikleri ve kamuoyunun medya desteğinin artması belki de gelecekte daha büyük skandalların ortaya çıkmasını bir nebze olsa da engelleyebilir. Çünkü gazeteciler hala beraber hareket ettikleri zaman en büyük sosyal güçlerden biri olduklarını kanıtladılar.
Yeşilçam'da sansür üzerine (2004)
Yeşilçam Tarihinden Sansürden Bir Kesit
Şu sıralarda gösterimde olan Türk filmleri acaba bundan 20 sene önce yayınlansalardı ne gibi tepkiler çekerdiler? Duvara Karşı gibi erotik içerikli bir film, Vizontele Tuuba gibi politik mesajlar veren bir başka yapıt, hatta Okul gibi gençlik filmi olup da bu kadar küfür ve cinsellik içeren filmler acaba geçmişte beyaz perdeye sorunsuz ve sansürsüz çıkabilirler miydi? Bu sorunun cevabı büyük bir ihtimalle hayır olacaktı. Ancak günümüz Türkiye'sinde daha geçtiğimiz yıllarda, bir bakanın nasıl rüşvet aldığını ve sonrasında gelişen olayları anlatan Filler ve Çimen adlı film, ülkenin en büyük ulusal film festivaline katılıp ödül kazanıyor. Kimsenin aklına da devletin bakanına, dolayısıyla da devlete hakaret ettiği gerekçesiyle bu filmi yasaklamak ya da bazı sahnelerini çıkartmaya zorlamak gelmiyor. Ama Türk sineması bu noktaya kolay ulaşmadı. Çok değil, bundan 10 - 15 yıl önce böyle bir filmin değil ödül kazanması, Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne katılması bile mucize olurdu.
Türk sineması, tarihinin ilk dönemlerinden beri, Mussolini'nin yasasından örnek alınarak hazırlanan sansür yasasıyla mücadele etti. Bir çok film uzun uğraşlar sonucunda bazı sahneleri kesilerek gösterim şansı bulabildi. Filmi sansüre uğradığı için Türkiye'yi terkeden yönetmenler bile oldu.
Sözün kısası, Türk sinema tarihi çeşitli gerekçelerle yasaklanmış, bütünlüğü dikkate alınmaksızın bazı sahneleri kesilmiş, hatta yıllarca tozlu raflarda beklemek zorunda bırakılmış filmlerle dolu.
Sinema ve yasak denilince ilk akla gelen Yılmaz Güney ve onun Umut, Arkadaş, Duvar gibi filmleri. Ama bu kadarla sınırlı değil. Türk sinemasından sansür örnekleri çeşit çeşit. Bu filmlerin pek çoğu komünizm propagandası yapmak, Devleti küçük düşürmek, Türk milletini dünyaya kötü tanıtmak gibi gerekçelerle sansürün gazabına uğramış filmler. Hele bazıları için öne sürülen 'Boğazlar'ın stratejik noktalarını düşmana gösteriyor", " Devletin dozerini dehşet yaratmak amacıyla kullanıyor" gibi gerekçeler tam bir kara mizah örneği.
Siyasi gerekçeler dışında cinsellik unsuru yoğun olduğu için sansürlenen filmler ise sayılamayacak kadar çok...
Fransız kızları 'hoppa' olamaz
Türk sinema tarihinin ilk 'yasaklı' filmi 1919 tarihli Mürebbiye. Türk edebiyatının ustalarından Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı eserinden uyarlanan filmde yönetmen olarak Ahmet Fehim'in, görnütü yönetmeni olarak da Fuat Uzkınay'ın imzası vardı. 62 yaşındaki Fehim'in ilk yönetmenlik denemesi olan Mürebbiye, bir Türk ailenin çocuklarına bakıcılık yapan Fransız kızı Anjelik'in öyküsünü anlatıyordu. İşgal altındaki İstanbul'da çekilen filmi yönetmeni Ahmet Fehim 'bir sanatçıın işgale karşı sessiz direnişi' olarak tanımlamıştı. Anlaşılan bu 'sessiz direniş' İşgal Kuvvetleri komutanı olan Fransız General Franchet d'Esperey'i rahatsız etmiş olacak ki, filmi görür görmez yasaklanmasını istedi. Fransız general, bir Türk filminde Fransız kızlarının böylesine 'hoppa ve bayağı' gösterilmesini içine sindirememişti.
Düşman Boğazlar'a çıkartma yaparsa ...
Osman Seden imzalı Kardeş Dursun da benzer bir sebeple ülkeyi korumak için sansürlendi. Filmin bir sahnesi Karadeniz'den boğaz girişi göründüğü gerekçesiyle çıkarıldı. Gerekçe düşman gemilerinin boğaz girişini net bir şekilde görmüş olmalarıdır.
Devletin dozerini başıbozuklar kullanamaz
Memduh Ün'ün yönettiği Mahallenin Sevgilisi de siyasi iktidarın korunması gerekçesiyle sansürün gazabına uğrayan filmlerden biri. Filmin sansürlenme sebebi ise basit bir dozerdi. Filmin bir sahnesinde görülen dozerin seyirci üzerinde dehşet duygusu yaratacağına karar vermişti sansür kurulu. Daha da önemlisi filmde devletin dozeri özel şahıslar tarafından kullanılıyordu. Bütün bunlar da bu sahnelerin kesilmesi için yeterli sebepti.
Anadolu'daki ekinler cılız gösterilince...
Metin Erksan'ın ilk filmi Aşık Veysel'in Hayatı- Karanlık Dünya da Anadou topraklarındaki ekinleri çok kısa boylu, cılız gösterdiği gerekçesiyle yasaklandı.
Sansür kurulu Erksan'ı sevdi
Türk sinemasının sansürün 'altın makasıyla' en çok karşılaşan yönetmenlerinden biri de Metin Erksan. Yönetmenin 1962 yılında Fakir Baykurt'un romanından uyarladığı Yılanların Öcü, sansürün hışmına uğradı. Oysa ki, filmin uyarlandığı eser Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmış ve Yunus Nadi Ödülü'nü kazanmıştı. Aynı eser yıllar sonra bu kez Şerif Gören tarafından sinemaya uyarlandı ama o film de uzun süre sansürle macedele ettikten sonra gösterime girdi.
Yasaklı filme kutlama kokteyli
Metin Erksan'ın başı 1963 tarihli Susuz yaz yüzünden de epey ağrıdı. Türk sinemasının yurtdışında ödül kazanan flim filmi olan Susuz Yaz, filmdeki kadın ölen kocasının erkek kardeşiyle evlenince Türkleri kötülüyor gerekçesiyle sansürlenmiş üstelik Uluslararası Berlin Film Festivali'ne gitmesi de engellenmeye çalışılmıştı. Herşeye rağmen Susuz yaz Berlin'e gitti ve üstüne üstlük festivalin en büyük ödülü Altın Ayı'yı da kazandı. Film ekibi yurda döndükten sonra Susuz Yaz'ı yasaklayan ülkenin Kültür Bakanı bir kutlama kokteyli düzenledi ve oyuncularını da ödüllendirdi.
Türk pilotu üniformayla öpüşmez
Türk sinemasınnı Altın çocuk'u Göksel Arsoy'un bir pilotu canlandırdığı Şafak Bekçileri'nin sansür gerekçesi ise kelimenin tam anlamıyla gülünç. Öncelikle filmde bir Türk uçağı düşüyor. Oysa Türk ordusunun uçakları asla düşmez. Daha da önemlisi Göksel Arsoy'un canlandırdığı pilot üzerinde üniforma varken sevgilisiyle öpüşüyor. Oysa sansür kuruluna göre bu Türk Ordusu'nun pilotlarına yakışmayacak bir davranış. Şafak Bekçileri ile ilgili ilginç bir nokta da sansür kurulunun tüm tepkisine karşın Türk Hava Kuvvetleri yetkililerinin filmi izleyip kesintisiz oynatılmasını istemesi.
Ve Yılmaz Güney...
Adı yasakla sansürle özdeşleşen bir sinemacı Yılmaz Güney. Onun pekçok filmi çekildikten çok sonra seyircisiyle buluşma şansını yakaladı. Bunlardan biri de Umut. Yoksul bir faytoncunun öyküsünü anlatan filmde. giysiler aracılığıyla yoksulluk propagandası yapıldığı, zengin- fakir ayrımının körüklendiği gerekçesiyle yasaklandı. Ayrıca filmde yeralan güneş doğarken kılınan sabah namazı sahnesi de sansür kurulunu rahatsız etti. Umut 1971 yılında Danıştay kararıyla şartlı olarak oynatıldı. Güney, 1972'deki Adana Altın koza Film Festivali'nde daha farklı bir tutumla karşılaştı. Güney'in Baba adlı flimi festivalin büyük ödülünü kazandı. Ama onun görüşlerinden rahatsız olan çevrelerin seçici kurula baskı yapması sonucu Güney'in ödülü geri alındı.
Türkiye'nin gerçekleri rahatsız etti
Vedat Türkali ile Ertem Göreç ikilisinin imzasını taşıyan Karanlıkta Uyananlar, Türk sinemasında ilk kez emekçi ve grev sorunlarını ele alan filmdi. Tabi bu yüzden de yasaklandı. Film, gösterime girdiği dönemde kelimenin tam anlamıyla rahatsız etti. Çünkü o dönemde Beklan Algan'ın eleştiri yazısındaki gibi " Memleketin zenginliklerini yabancılara peşkeş çeken bir avuç yabancı sermaye ajanı ve düşünceden yoksun burjuvazi geri kalmış ülke olmanın bütün yükünü halktan çıkarıyorlardı." Ve bu film de tüm bunları açık açık anlatıyordu.
Kaçakçının öyküsü
Ömer Lütfi Akad'ın Hudutların Kanunu, da Türk sinemasının en çok yasaklanan filmlerinden biri olarak tarihe geçti. Aslıda sansür kurulunun gözünden bakınca bu filmi yasaklamak için de bir çok neden vardı. Herşeyden önce film, bir kaçakçının öyküsünü anlatıyordu. Üstelik de filmde bu kaçakçıyı canlandıran kişi Yılmaz Güney olunca Hudutların Kanunu'nun bu bakış açısıyla yasaklanmaması bir mucize olsa gerekti. Filmin bazı sahneleri değiştirildi ve çekildikten bir yıl sonra 1965'te gösterime çıktı.
Son yıllarda pek fazla gündeme gelmeyen sansür uygulaması Türk Sinemasının 50 yıldan fazlasına damgasını vurmuş ve yönetmenlerle senaristlerin kendilerini özgürce ifade edebilmelerini engellemiş. Yakın geçmişte çok ciddi bir sansürle karşılaşmayan film endüstrisi umarız gelecekte de özgür bir platformda kendini ifade edebilir.
Şu sıralarda gösterimde olan Türk filmleri acaba bundan 20 sene önce yayınlansalardı ne gibi tepkiler çekerdiler? Duvara Karşı gibi erotik içerikli bir film, Vizontele Tuuba gibi politik mesajlar veren bir başka yapıt, hatta Okul gibi gençlik filmi olup da bu kadar küfür ve cinsellik içeren filmler acaba geçmişte beyaz perdeye sorunsuz ve sansürsüz çıkabilirler miydi? Bu sorunun cevabı büyük bir ihtimalle hayır olacaktı. Ancak günümüz Türkiye'sinde daha geçtiğimiz yıllarda, bir bakanın nasıl rüşvet aldığını ve sonrasında gelişen olayları anlatan Filler ve Çimen adlı film, ülkenin en büyük ulusal film festivaline katılıp ödül kazanıyor. Kimsenin aklına da devletin bakanına, dolayısıyla da devlete hakaret ettiği gerekçesiyle bu filmi yasaklamak ya da bazı sahnelerini çıkartmaya zorlamak gelmiyor. Ama Türk sineması bu noktaya kolay ulaşmadı. Çok değil, bundan 10 - 15 yıl önce böyle bir filmin değil ödül kazanması, Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne katılması bile mucize olurdu.
Türk sineması, tarihinin ilk dönemlerinden beri, Mussolini'nin yasasından örnek alınarak hazırlanan sansür yasasıyla mücadele etti. Bir çok film uzun uğraşlar sonucunda bazı sahneleri kesilerek gösterim şansı bulabildi. Filmi sansüre uğradığı için Türkiye'yi terkeden yönetmenler bile oldu.
Sözün kısası, Türk sinema tarihi çeşitli gerekçelerle yasaklanmış, bütünlüğü dikkate alınmaksızın bazı sahneleri kesilmiş, hatta yıllarca tozlu raflarda beklemek zorunda bırakılmış filmlerle dolu.
Sinema ve yasak denilince ilk akla gelen Yılmaz Güney ve onun Umut, Arkadaş, Duvar gibi filmleri. Ama bu kadarla sınırlı değil. Türk sinemasından sansür örnekleri çeşit çeşit. Bu filmlerin pek çoğu komünizm propagandası yapmak, Devleti küçük düşürmek, Türk milletini dünyaya kötü tanıtmak gibi gerekçelerle sansürün gazabına uğramış filmler. Hele bazıları için öne sürülen 'Boğazlar'ın stratejik noktalarını düşmana gösteriyor", " Devletin dozerini dehşet yaratmak amacıyla kullanıyor" gibi gerekçeler tam bir kara mizah örneği.
Siyasi gerekçeler dışında cinsellik unsuru yoğun olduğu için sansürlenen filmler ise sayılamayacak kadar çok...
Fransız kızları 'hoppa' olamaz
Türk sinema tarihinin ilk 'yasaklı' filmi 1919 tarihli Mürebbiye. Türk edebiyatının ustalarından Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı eserinden uyarlanan filmde yönetmen olarak Ahmet Fehim'in, görnütü yönetmeni olarak da Fuat Uzkınay'ın imzası vardı. 62 yaşındaki Fehim'in ilk yönetmenlik denemesi olan Mürebbiye, bir Türk ailenin çocuklarına bakıcılık yapan Fransız kızı Anjelik'in öyküsünü anlatıyordu. İşgal altındaki İstanbul'da çekilen filmi yönetmeni Ahmet Fehim 'bir sanatçıın işgale karşı sessiz direnişi' olarak tanımlamıştı. Anlaşılan bu 'sessiz direniş' İşgal Kuvvetleri komutanı olan Fransız General Franchet d'Esperey'i rahatsız etmiş olacak ki, filmi görür görmez yasaklanmasını istedi. Fransız general, bir Türk filminde Fransız kızlarının böylesine 'hoppa ve bayağı' gösterilmesini içine sindirememişti.
Düşman Boğazlar'a çıkartma yaparsa ...
Osman Seden imzalı Kardeş Dursun da benzer bir sebeple ülkeyi korumak için sansürlendi. Filmin bir sahnesi Karadeniz'den boğaz girişi göründüğü gerekçesiyle çıkarıldı. Gerekçe düşman gemilerinin boğaz girişini net bir şekilde görmüş olmalarıdır.
Devletin dozerini başıbozuklar kullanamaz
Memduh Ün'ün yönettiği Mahallenin Sevgilisi de siyasi iktidarın korunması gerekçesiyle sansürün gazabına uğrayan filmlerden biri. Filmin sansürlenme sebebi ise basit bir dozerdi. Filmin bir sahnesinde görülen dozerin seyirci üzerinde dehşet duygusu yaratacağına karar vermişti sansür kurulu. Daha da önemlisi filmde devletin dozeri özel şahıslar tarafından kullanılıyordu. Bütün bunlar da bu sahnelerin kesilmesi için yeterli sebepti.
Anadolu'daki ekinler cılız gösterilince...
Metin Erksan'ın ilk filmi Aşık Veysel'in Hayatı- Karanlık Dünya da Anadou topraklarındaki ekinleri çok kısa boylu, cılız gösterdiği gerekçesiyle yasaklandı.
Sansür kurulu Erksan'ı sevdi
Türk sinemasının sansürün 'altın makasıyla' en çok karşılaşan yönetmenlerinden biri de Metin Erksan. Yönetmenin 1962 yılında Fakir Baykurt'un romanından uyarladığı Yılanların Öcü, sansürün hışmına uğradı. Oysa ki, filmin uyarlandığı eser Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmış ve Yunus Nadi Ödülü'nü kazanmıştı. Aynı eser yıllar sonra bu kez Şerif Gören tarafından sinemaya uyarlandı ama o film de uzun süre sansürle macedele ettikten sonra gösterime girdi.
Yasaklı filme kutlama kokteyli
Metin Erksan'ın başı 1963 tarihli Susuz yaz yüzünden de epey ağrıdı. Türk sinemasının yurtdışında ödül kazanan flim filmi olan Susuz Yaz, filmdeki kadın ölen kocasının erkek kardeşiyle evlenince Türkleri kötülüyor gerekçesiyle sansürlenmiş üstelik Uluslararası Berlin Film Festivali'ne gitmesi de engellenmeye çalışılmıştı. Herşeye rağmen Susuz yaz Berlin'e gitti ve üstüne üstlük festivalin en büyük ödülü Altın Ayı'yı da kazandı. Film ekibi yurda döndükten sonra Susuz Yaz'ı yasaklayan ülkenin Kültür Bakanı bir kutlama kokteyli düzenledi ve oyuncularını da ödüllendirdi.
Türk pilotu üniformayla öpüşmez
Türk sinemasınnı Altın çocuk'u Göksel Arsoy'un bir pilotu canlandırdığı Şafak Bekçileri'nin sansür gerekçesi ise kelimenin tam anlamıyla gülünç. Öncelikle filmde bir Türk uçağı düşüyor. Oysa Türk ordusunun uçakları asla düşmez. Daha da önemlisi Göksel Arsoy'un canlandırdığı pilot üzerinde üniforma varken sevgilisiyle öpüşüyor. Oysa sansür kuruluna göre bu Türk Ordusu'nun pilotlarına yakışmayacak bir davranış. Şafak Bekçileri ile ilgili ilginç bir nokta da sansür kurulunun tüm tepkisine karşın Türk Hava Kuvvetleri yetkililerinin filmi izleyip kesintisiz oynatılmasını istemesi.
Ve Yılmaz Güney...
Adı yasakla sansürle özdeşleşen bir sinemacı Yılmaz Güney. Onun pekçok filmi çekildikten çok sonra seyircisiyle buluşma şansını yakaladı. Bunlardan biri de Umut. Yoksul bir faytoncunun öyküsünü anlatan filmde. giysiler aracılığıyla yoksulluk propagandası yapıldığı, zengin- fakir ayrımının körüklendiği gerekçesiyle yasaklandı. Ayrıca filmde yeralan güneş doğarken kılınan sabah namazı sahnesi de sansür kurulunu rahatsız etti. Umut 1971 yılında Danıştay kararıyla şartlı olarak oynatıldı. Güney, 1972'deki Adana Altın koza Film Festivali'nde daha farklı bir tutumla karşılaştı. Güney'in Baba adlı flimi festivalin büyük ödülünü kazandı. Ama onun görüşlerinden rahatsız olan çevrelerin seçici kurula baskı yapması sonucu Güney'in ödülü geri alındı.
Türkiye'nin gerçekleri rahatsız etti
Vedat Türkali ile Ertem Göreç ikilisinin imzasını taşıyan Karanlıkta Uyananlar, Türk sinemasında ilk kez emekçi ve grev sorunlarını ele alan filmdi. Tabi bu yüzden de yasaklandı. Film, gösterime girdiği dönemde kelimenin tam anlamıyla rahatsız etti. Çünkü o dönemde Beklan Algan'ın eleştiri yazısındaki gibi " Memleketin zenginliklerini yabancılara peşkeş çeken bir avuç yabancı sermaye ajanı ve düşünceden yoksun burjuvazi geri kalmış ülke olmanın bütün yükünü halktan çıkarıyorlardı." Ve bu film de tüm bunları açık açık anlatıyordu.
Kaçakçının öyküsü
Ömer Lütfi Akad'ın Hudutların Kanunu, da Türk sinemasının en çok yasaklanan filmlerinden biri olarak tarihe geçti. Aslıda sansür kurulunun gözünden bakınca bu filmi yasaklamak için de bir çok neden vardı. Herşeyden önce film, bir kaçakçının öyküsünü anlatıyordu. Üstelik de filmde bu kaçakçıyı canlandıran kişi Yılmaz Güney olunca Hudutların Kanunu'nun bu bakış açısıyla yasaklanmaması bir mucize olsa gerekti. Filmin bazı sahneleri değiştirildi ve çekildikten bir yıl sonra 1965'te gösterime çıktı.
Son yıllarda pek fazla gündeme gelmeyen sansür uygulaması Türk Sinemasının 50 yıldan fazlasına damgasını vurmuş ve yönetmenlerle senaristlerin kendilerini özgürce ifade edebilmelerini engellemiş. Yakın geçmişte çok ciddi bir sansürle karşılaşmayan film endüstrisi umarız gelecekte de özgür bir platformda kendini ifade edebilir.
Bourdieu'nün Televizyon Üzerine'si üzerine...
TELEVİZYON ÜZERİNE
Bourdieu bu kitabında medya ve televizyona değinmiştir. Kitap, bütün modern toplumlardaki medya organlarının eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyasal düzen için en büyük tehlike haline getiren mekanizmayı, bu mekanizmanın oluşumunu ve etkilerini gözler önüne sermektedir.
Ülkemizdeki medya da, batılı ülkelerin koyduğu kural ve standartlara göre oynayan tekelleşmiş bir medyadır. Tekelleşmiş medyanın eş adı “tehlikedir”. Çünkü, aydın insanı az olduğu halde yol göstericisi çok olan bir ülkede kültürü işgal altına almıştır. Bu medya bilimin objektif alanını yok sayıp, onu kamudan soyutlayabilmektedir. Gene aynı medya, siyasetin kirli alanıyla işbirliği ve suç ortaklığı yaparak, bunları ülkenin gündemi haline getirebilmektedir.
Gazeteciler ve çağrılan konuşmacılar üzerinde görünmez sansürler vardır. Bu sansür siyasal baskıdır. Bu denetim sonucunda, (siyasi denetimcilerin hizaya gelmesi beklenirken) insanlarda bir oto-sansür refleksi başlar. Gazeteci görevini gereği gibi değil, sansüre göre yapar.
Baskının bir çeşidi de ekonomik sansürdür. Gazetecilik, bir yönden reklam verenlerle, gazeteciye destek veren devletin istediği şekilde yapılır. Diğer bir yönü ile de arkasında büyük sermaye olan televizyonlara devlet her şeyi yaptıramamaktadır.
Televizyonlarda simgesel şiddetin zararlı bir biçimde uygulanmasına yol açan mekanizmalar vardır. Sansasyonel görüntüler (kan,cinsellik,dram ve suç ) en basit ve en çok tutan mekanizmadır. Gözbağcı televizyoncular izleyicilerin dikkatini çekebilecek olayları toplarlar. Bu ilke, mekanizmanın gizlenerek işlemesini sağlar. Ayrıca televizyonda zaman çok önemlidir. Bu önemsiz şeylere çok zaman harcandığı için haber önemliymiş gibi görünür.
Haberci, bir olayda her şeyi değil, sadece görülmesi gerekenleri görür. Görünmesi gerekenleri sunar. Sunarken olayı senaryolaştırıp dramatize edebilir; veya alt yazı kullanarak dikkati istenen odağa çekebilir . Bunun adı göstererek gizlemedir.
Habercinin mücadelesi sıradan olayı sıra dışı biçimde sunmaktır. Arabesk olayları allayıp pullayarak sıra dışı hale getirmek ve olayı ilk olarak sunmak çok önemlidir.
Şöyle ki 1968 Mayısında liseliler grevinde televizyon, tam olarak ne söyleyeceğini bile bilemeyen acemi bir gruba başarı kazandırmıştır. Senaryolaştırma ve ayıklama tekniği kullanan televizyoncular suni bir gerçeklik kazandırmıştır.
Medya dünyasında bir rekabet vardır. Ancak bu rekabet üretime yönelik bir rekabet değildir. Medyanın derdi farklı haber üretmek değil, kendi içindeki ticari rekabeti kazanmaktır. Medya üzerindeki baskıların ortak olması, böyle bir kısır döngüye sebep olmaktadır. Bu zincirin kırılması, medyacıların makul çıkışlar yapmalarıyla ve birbirlerini okumalarıyla mümkündür .
Medya kurumunda etkili unsurlardan birisi de reyting-izlenme oranıdır. Bu unsur yayın evlerine ve bilime de girmiştir. daha önceleri izlenme oranına bağlı olarak edinilmiş başarılar parayla kazanılmış ve popüler olmanın bir işareti sayılırdı. Zamanımızda bu pazar meşrulaştırılmıştır.
Habercilik kurumunun oyunlarından birisi de “gerçekten sahte ya da sahte gerçek” tartışmalardır.
Ekranda, karşıt iki partiyi, takımı vs, temsil edipte kıran kırana tartışan iki insan, gerçekte çok iyi dost olabilirler. Bu danışıklı dövüş senaryosu gerçekten sahte bir tartışma olabilir.
Sahtece gerçek tartışmalarda ise ağırlıklı rol sunucuya düşer. Tartışmaya veya konuşmaya çağrılanlar oyunu, sunucunun çizdiği sınırlara göre oynamak durumundadır. Mesela söz hakkının paylaşımı, sunucunun insiyatifi altındaysa tartışma yönlendirilmiş olur. Ayrıca sunucunun jest ve mimikleri, söz söyleme tarzı tartışmanın senaryosunu inşa eder. Bu durumda tartışmayı kazanması gereken değil, senaryo gereği kazanması gereken kazanır.
Diğer bir oyun ise katılımcıların önceden belirlenip hazırlandığı durumdur. Tartışmanın akışı tartışmacılara göre değil, güdümlenmiş katılımcıların fikir ve soruları doğrultusunda şekillenir ve biter.
Son olarak da setin düzeni çok önemlidir. Katılımcıların ve tartışmacıların yerlerinin belli bir düzene göre ayarlanması sahte bir demokratik ortam oluşturarak göz boyar.
60’lı yıllarda televizyon için sosyologlar “kitle iletişim aracı olarak kitleselleştireceğini” söylediler. Televizyonun; bütün izleyicilerini aynı seviyeye getireceklerini belirttiler.
Gazetecilik dünyasında, görünen ve görünmeyen güçlere karşı mücadele edenlerle, bunlarla mücadele edenler arasında bir gerilim vardır.
Medya dünyasında meydana gelen olaylar rekabet durumları, pazar payları, reklam alımlar, kolektif sermaye vb, etkenlere bağlı olarak yapılabilir. Bu etkenler okuyucu ve izleyici için görünmezlik niteliği taşır.
1950’li yıllarda televizyon, Meydanın içinde hemen hemen hiç yoktu. Siyasi güç ve devlete olan bağımlılık televizyon çalışanlarını ezmişti. Aradan geçen yılların sonunda özellikle gel-geç haberciler yüzünden gazetecilik kan kaybetti. Televizyon yükselişe geçti. Ekonomik açıdan büyük gazeteler ise bundan etkilenmedi.
Televizyonun gazeteye göre en büyük avantajı bir olayı aynı anda daha fazla kitleye ulaştırabilir olmasıdır.
Ayrıca gazeteler yaygınlığını ne kadar çok artırırlarsa, problem oluşturmayan sansasyonel haberlere o oranda yer vermek zorunda kalırlardı. Bu durum gazetelerin siyaset dışı kalmalarına, sıradanlaşmalarına dolayısıyla televizyon karşısında ezilmelerine sebep olur.
Televizyon, insanları yakından ilgilendiren maddi ve simgesel devrimlerle ilgilenmek yerine, özellikle 90’lı yıllarda “Talk-Show” türü yaşam kesitlerinin hiç saklısız teşhiri için ham ürünle sunmayı hedef almıştır. Bu da televizyonun durdurulmasını engellemiştir.
Televizyon hiç kuşkusuz gazeteye göre büyük durumdadır. Nitekim TV eki vermeyen gazete yoktur. Ayrıca bir gazetecinin paye kazanabilmesi, televizyonda bir programda boy göstermesine bağlıdır. Gazete-Televizyon bağlantısı, bağımsızlığına şüphe düşürmektedir.
Ayrıca bir konunun (çok önemli olsa bile) odaksal hale gelmesi gazetede yazılmasıyla değil televizyonda ele alınmasıyla mümkün olabiliyor. Bu durum, yazılı basını tehdit ettiği gibi televizyonun kötü eğilimini gazetelere aşılayabilmektedir. İzlenme oranı kaygısı, gazetecilerin gerçek bir tavır koymalarına engel olmaktadır.
Medya çeşitli alanlarda baskı politikasını sürdürmektedir. Kültürel üretimde, edebiyatta, bilimde ve hatta siyasette, belirleyici, ayarlayıcı rolünü üstlenmişlerdir. Nitekim, “son on yılın bilançosunu çıkarmak”, “yükselmekte olanları” ve “inişe geçenleri” belirlemek gibi işleri görev edinmişlerdir. Ayrıca best-sellers list türü sıralamalarla neyin okunacağına, dinleneceğine, izleneceğine karar verme yetkisini kendilerine vermişlerdir.
Öyle ki tarih, antropoloji, biyoloji ve fizik gibi bağımsız disipline sahip bilimlerde dahi kazanılan saygınlık, medyanın hakemliğine bağlıdır.
Siyasal alanda da baskıcılık tutumuyla zaman zaman başarılı olan medya Güney Fransa’da bir cinayet olayında körük vazifesi görerek yerel siyasetçileri harekete geçirmiş ve müebbet hapis cezası çıkmasını sağlamıştır. Amaç adaleti sağlamak değil, siyasileri ve halkı ayaklandırmaktı.
Televizyonun bilime olan müdahalesi tartışılmazdır. Öyle ki medyatik olan kişi hak etmese dahi felsefe, sosyoloji vs. alanında “yüce” olabilir. Bu bilime girme hakkının ucuzlatılmasıdır. Bilimde söz sahibi olma standardının yükseltilmesi, ve televizyonlara çıkıp sunmanın da bir iyileştirme eşliğinde güçlendirilmesi gerekmektedir.
Medya olimpiyat oyunlarında da etkilidir. Aynı spor dalıyla uğraşan farklı milliyetten iki sporcuyu çalıştırma görevini başarıyla yerine getirmektedir.
Ayrıca olimpiyat oyunlarının televizyonda en çok izlenen zaman diliminde gerçekleşmesi bir tesadüf değildir.
Siyaset, büyük bir kitle için sıkıcı bir konudur. İzlenme zaman diliminin dışında olmalıdır. Siyaset yerine, siyasiler arasındaki sürtüşmelerin, ilişki ve sırların mahremiyetinin ihtiva ettiği bir televizyon, izlenme oranı kaygısına su serper. Televizyonun bu zihniyeti nasıl bir siyaset anlayışına sahip olduğunu ortaya döküyor.
KAYNAKLAR:
• Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine
• http://www.chez.com/bibelec/publications/com/bourdieu_tv.html
• http://www.geocities.com/Politica2003/bourdieu.htm
• www. Antoloji.com
Bourdieu bu kitabında medya ve televizyona değinmiştir. Kitap, bütün modern toplumlardaki medya organlarının eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyasal düzen için en büyük tehlike haline getiren mekanizmayı, bu mekanizmanın oluşumunu ve etkilerini gözler önüne sermektedir.
Ülkemizdeki medya da, batılı ülkelerin koyduğu kural ve standartlara göre oynayan tekelleşmiş bir medyadır. Tekelleşmiş medyanın eş adı “tehlikedir”. Çünkü, aydın insanı az olduğu halde yol göstericisi çok olan bir ülkede kültürü işgal altına almıştır. Bu medya bilimin objektif alanını yok sayıp, onu kamudan soyutlayabilmektedir. Gene aynı medya, siyasetin kirli alanıyla işbirliği ve suç ortaklığı yaparak, bunları ülkenin gündemi haline getirebilmektedir.
Gazeteciler ve çağrılan konuşmacılar üzerinde görünmez sansürler vardır. Bu sansür siyasal baskıdır. Bu denetim sonucunda, (siyasi denetimcilerin hizaya gelmesi beklenirken) insanlarda bir oto-sansür refleksi başlar. Gazeteci görevini gereği gibi değil, sansüre göre yapar.
Baskının bir çeşidi de ekonomik sansürdür. Gazetecilik, bir yönden reklam verenlerle, gazeteciye destek veren devletin istediği şekilde yapılır. Diğer bir yönü ile de arkasında büyük sermaye olan televizyonlara devlet her şeyi yaptıramamaktadır.
Televizyonlarda simgesel şiddetin zararlı bir biçimde uygulanmasına yol açan mekanizmalar vardır. Sansasyonel görüntüler (kan,cinsellik,dram ve suç ) en basit ve en çok tutan mekanizmadır. Gözbağcı televizyoncular izleyicilerin dikkatini çekebilecek olayları toplarlar. Bu ilke, mekanizmanın gizlenerek işlemesini sağlar. Ayrıca televizyonda zaman çok önemlidir. Bu önemsiz şeylere çok zaman harcandığı için haber önemliymiş gibi görünür.
Haberci, bir olayda her şeyi değil, sadece görülmesi gerekenleri görür. Görünmesi gerekenleri sunar. Sunarken olayı senaryolaştırıp dramatize edebilir; veya alt yazı kullanarak dikkati istenen odağa çekebilir . Bunun adı göstererek gizlemedir.
Habercinin mücadelesi sıradan olayı sıra dışı biçimde sunmaktır. Arabesk olayları allayıp pullayarak sıra dışı hale getirmek ve olayı ilk olarak sunmak çok önemlidir.
Şöyle ki 1968 Mayısında liseliler grevinde televizyon, tam olarak ne söyleyeceğini bile bilemeyen acemi bir gruba başarı kazandırmıştır. Senaryolaştırma ve ayıklama tekniği kullanan televizyoncular suni bir gerçeklik kazandırmıştır.
Medya dünyasında bir rekabet vardır. Ancak bu rekabet üretime yönelik bir rekabet değildir. Medyanın derdi farklı haber üretmek değil, kendi içindeki ticari rekabeti kazanmaktır. Medya üzerindeki baskıların ortak olması, böyle bir kısır döngüye sebep olmaktadır. Bu zincirin kırılması, medyacıların makul çıkışlar yapmalarıyla ve birbirlerini okumalarıyla mümkündür .
Medya kurumunda etkili unsurlardan birisi de reyting-izlenme oranıdır. Bu unsur yayın evlerine ve bilime de girmiştir. daha önceleri izlenme oranına bağlı olarak edinilmiş başarılar parayla kazanılmış ve popüler olmanın bir işareti sayılırdı. Zamanımızda bu pazar meşrulaştırılmıştır.
Habercilik kurumunun oyunlarından birisi de “gerçekten sahte ya da sahte gerçek” tartışmalardır.
Ekranda, karşıt iki partiyi, takımı vs, temsil edipte kıran kırana tartışan iki insan, gerçekte çok iyi dost olabilirler. Bu danışıklı dövüş senaryosu gerçekten sahte bir tartışma olabilir.
Sahtece gerçek tartışmalarda ise ağırlıklı rol sunucuya düşer. Tartışmaya veya konuşmaya çağrılanlar oyunu, sunucunun çizdiği sınırlara göre oynamak durumundadır. Mesela söz hakkının paylaşımı, sunucunun insiyatifi altındaysa tartışma yönlendirilmiş olur. Ayrıca sunucunun jest ve mimikleri, söz söyleme tarzı tartışmanın senaryosunu inşa eder. Bu durumda tartışmayı kazanması gereken değil, senaryo gereği kazanması gereken kazanır.
Diğer bir oyun ise katılımcıların önceden belirlenip hazırlandığı durumdur. Tartışmanın akışı tartışmacılara göre değil, güdümlenmiş katılımcıların fikir ve soruları doğrultusunda şekillenir ve biter.
Son olarak da setin düzeni çok önemlidir. Katılımcıların ve tartışmacıların yerlerinin belli bir düzene göre ayarlanması sahte bir demokratik ortam oluşturarak göz boyar.
60’lı yıllarda televizyon için sosyologlar “kitle iletişim aracı olarak kitleselleştireceğini” söylediler. Televizyonun; bütün izleyicilerini aynı seviyeye getireceklerini belirttiler.
Gazetecilik dünyasında, görünen ve görünmeyen güçlere karşı mücadele edenlerle, bunlarla mücadele edenler arasında bir gerilim vardır.
Medya dünyasında meydana gelen olaylar rekabet durumları, pazar payları, reklam alımlar, kolektif sermaye vb, etkenlere bağlı olarak yapılabilir. Bu etkenler okuyucu ve izleyici için görünmezlik niteliği taşır.
1950’li yıllarda televizyon, Meydanın içinde hemen hemen hiç yoktu. Siyasi güç ve devlete olan bağımlılık televizyon çalışanlarını ezmişti. Aradan geçen yılların sonunda özellikle gel-geç haberciler yüzünden gazetecilik kan kaybetti. Televizyon yükselişe geçti. Ekonomik açıdan büyük gazeteler ise bundan etkilenmedi.
Televizyonun gazeteye göre en büyük avantajı bir olayı aynı anda daha fazla kitleye ulaştırabilir olmasıdır.
Ayrıca gazeteler yaygınlığını ne kadar çok artırırlarsa, problem oluşturmayan sansasyonel haberlere o oranda yer vermek zorunda kalırlardı. Bu durum gazetelerin siyaset dışı kalmalarına, sıradanlaşmalarına dolayısıyla televizyon karşısında ezilmelerine sebep olur.
Televizyon, insanları yakından ilgilendiren maddi ve simgesel devrimlerle ilgilenmek yerine, özellikle 90’lı yıllarda “Talk-Show” türü yaşam kesitlerinin hiç saklısız teşhiri için ham ürünle sunmayı hedef almıştır. Bu da televizyonun durdurulmasını engellemiştir.
Televizyon hiç kuşkusuz gazeteye göre büyük durumdadır. Nitekim TV eki vermeyen gazete yoktur. Ayrıca bir gazetecinin paye kazanabilmesi, televizyonda bir programda boy göstermesine bağlıdır. Gazete-Televizyon bağlantısı, bağımsızlığına şüphe düşürmektedir.
Ayrıca bir konunun (çok önemli olsa bile) odaksal hale gelmesi gazetede yazılmasıyla değil televizyonda ele alınmasıyla mümkün olabiliyor. Bu durum, yazılı basını tehdit ettiği gibi televizyonun kötü eğilimini gazetelere aşılayabilmektedir. İzlenme oranı kaygısı, gazetecilerin gerçek bir tavır koymalarına engel olmaktadır.
Medya çeşitli alanlarda baskı politikasını sürdürmektedir. Kültürel üretimde, edebiyatta, bilimde ve hatta siyasette, belirleyici, ayarlayıcı rolünü üstlenmişlerdir. Nitekim, “son on yılın bilançosunu çıkarmak”, “yükselmekte olanları” ve “inişe geçenleri” belirlemek gibi işleri görev edinmişlerdir. Ayrıca best-sellers list türü sıralamalarla neyin okunacağına, dinleneceğine, izleneceğine karar verme yetkisini kendilerine vermişlerdir.
Öyle ki tarih, antropoloji, biyoloji ve fizik gibi bağımsız disipline sahip bilimlerde dahi kazanılan saygınlık, medyanın hakemliğine bağlıdır.
Siyasal alanda da baskıcılık tutumuyla zaman zaman başarılı olan medya Güney Fransa’da bir cinayet olayında körük vazifesi görerek yerel siyasetçileri harekete geçirmiş ve müebbet hapis cezası çıkmasını sağlamıştır. Amaç adaleti sağlamak değil, siyasileri ve halkı ayaklandırmaktı.
Televizyonun bilime olan müdahalesi tartışılmazdır. Öyle ki medyatik olan kişi hak etmese dahi felsefe, sosyoloji vs. alanında “yüce” olabilir. Bu bilime girme hakkının ucuzlatılmasıdır. Bilimde söz sahibi olma standardının yükseltilmesi, ve televizyonlara çıkıp sunmanın da bir iyileştirme eşliğinde güçlendirilmesi gerekmektedir.
Medya olimpiyat oyunlarında da etkilidir. Aynı spor dalıyla uğraşan farklı milliyetten iki sporcuyu çalıştırma görevini başarıyla yerine getirmektedir.
Ayrıca olimpiyat oyunlarının televizyonda en çok izlenen zaman diliminde gerçekleşmesi bir tesadüf değildir.
Siyaset, büyük bir kitle için sıkıcı bir konudur. İzlenme zaman diliminin dışında olmalıdır. Siyaset yerine, siyasiler arasındaki sürtüşmelerin, ilişki ve sırların mahremiyetinin ihtiva ettiği bir televizyon, izlenme oranı kaygısına su serper. Televizyonun bu zihniyeti nasıl bir siyaset anlayışına sahip olduğunu ortaya döküyor.
KAYNAKLAR:
• Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine
• http://www.chez.com/bibelec/publications/com/bourdieu_tv.html
• http://www.geocities.com/Politica2003/bourdieu.htm
• www. Antoloji.com
Şubat 2004 - Yurtiçi Kargo'nun icraatları
YURTİÇİ KARGO
Son dönemde reklam kampanyaları ile ön plana çıkan Yurtiçi Kargo, yaptığı teknolojik yatırımlarla da sektöre yeni bir bakış açısı getiriyor. E.yaşam olarak Yurtiçi Kargo’nun hazırlamakta olduğu altyapısı hakkında bilgi almak için Maslak’taki genel merkezi ziyaret ettik. Burada karşımıza çıkan tablo ise bilgisayar kullanımından öte ciddi bir bilgi işlem ağı ve tüm yurdu kaplayan bir omurganın kurulması üzerine yapılan çalışmalardı.
ARI.net
Türkiye genelinde 700 noktada hizmet veren dev bir kargo firmasının her alanda aynı kalitede iş görebilmesi için önemli yatırımlar gerekiyor ve firmanın ARI.net projesi de bu planın en büyük parçası.
Peki Arı.net tam olarak nasıl bir altyapı?
Arı.net bütün şubelerin on-line hizmet verebilmesi için kurulmuş bir omurga. Bu proje sayesinde merkezi bir sistem üzerinden bütün siparişlerin saniye saniye takibi sağlanabiliyor. Bununla birlikte Yurtiçi Kargo’yu arayan bir müşteriye en hızlı hizmeti götürmek amacıyla Arı.net üzerinden yapılan bağlantıyla en kısa mesafedeki kargo aracı veya kurye, ilgili noktaya ulaşabiliyor. Burada teslim alınan bir kargo ürünü GPRS teknolojisi sayesinde her aşamasında tespit edilebiliyor ve ulaşacağı noktaya ne kadar zamanda, nasıl bir güzergah üzerinden gideceği belirleniyor. Kuryeler ve bayiilerin elindeki PDA’ler sayesinde merkezle iletişim on-line sağlanırken, araçlardaki GPS (küresel uydu takip sistemi) altyapısıyla tatsız süprizler ve yanlış teslimatlar engellenebiliyor. Yurtiçi Kargo’nun kuracağı bu sisteme firmaya bağlı 1500 aracını ve 7600 çalışanını da eklemeyi planlıyor. Kargo sektöründe devrim yaratabilecek düzeyde bir yenilik vaad eden bu projenin, şimdilik 2004 yılının sonunda devreye girmesi hedeflenmiş. Bütün bunların yanında Arı.net’in bir diğer kolaylığı da merkezle doğrudan bağlantı sağlanabildiği için fatura kesimlerinde ve siparişin iletilmesinde çifte işlem yapılmasına gerek bırakmaması ve işlerin daha hızlı yürümesi.
Bilgi Sistem Odası
Yurtiçi Kargo’nun genel merkezinde Arı.net hakkında bilgi alırken, bütün bilgilerin kaydedileceği ve yönlendirmelerin yapılacağı Bilgi sistem odasını da ziyaret etme fırsatımız oldu. Ancak ilerici bir teknoloji ile bezenmiş bu odaya girmemiz pek kolay olmadı. Zira girişte bir dizi güvenlik önlemleri alınmış. Örneğin bilgi işlem katına bağlantıyı sağlayan asansörde sadece o katta çalışan kimselerin yaka kartları çalışıyordu, bunun yanı sıra sistem odasının kapısına gelindiğinde bir başka önlem olarak da retina tarama ünitesi karşımıza çıktı. İnsanı gözünden tanıyan bu ünite izin vermediği sürece odadan içeri girmek mümkün değil. Bilgi işlem müdürü sayesinde odaya girdiğimizde karşımıza gerçek bir “hosting center” çıktı. Son teknoloji routerlar, serverlar ve backup ünitelerinin yanısıra odanın yüzeyi yanmaz kalsiyum sülfat alaşımlı yükseltilmiş döşeme malzemeleri ile dekore edilmiş. Ayrıca olası bir yangın esnasında odaya verilmesi için tasarlanmış gaz üniteleri, yaklaşık 30 saniye içerisinde odadaki bütün oksijeni bitirerek bir faciayı engellemek üzere tasarlanmış. Bütün ayrıntısına kadar hem güvenlik, hem hızlılık, hem de verimli çalışma esasına göre dizayn edilmiş. Kısacası Bilgi Sistem odası, Türkiye’deki bazı bankaların bile sahip olmadığı üstün bir teknolojiye sahip. Tabii bu teknolojinin korunması için bütün önlemler de alınmış.
VoIp
Bilgi sistem odasına yaptığımız etkileyici ziyaretten sonra merkez binası ve arı.net projesi hakkında biraz daha bilgi aldık. Bu esnada Yurtiçi kargo’nun türkiye’de VOIP (internet protokolü aracılığıyla ses) üzerinden iletişim kuran ilk firmalardan biri olduğunu öğrendik. Hatta Yurtiçi Kargo yetkilileri, VOIP altyapısı ile birlikte ilerde bütün şubelerin bu sistem üzerinden görüşmelerini yapması planlıyor. Bu yöntem zaten bütün şirketler için gelecekte önemli bir tasarruf noktası olarak dikkat çekiyor.
Yurtiçi Kargo, daha sonraki etaplarda Arı.net sayesinde şubeler arasında video konferans vasıtasıyla e.learning oturumları gerçekleştirmeyi planlamış. Bu çerçevede kurulacak bağlantılar sayesinde hem anında bilgilendirme, hem de merkez ile doğrudan iletişim sağlanması düşünülüyor. Yani kurum içi iletişimde en son teknoloji kullanımı esas olarak alınmış.
Yaklaşık 7600 çalışanı, 1500 aracı ve 4000 tane de PC’si bulunan bu dev şirketin teknolojik olarak yaptıkları kağıt üzerinde çok pahalı yatırımlar olarak düşünülse de, yurtiçi kargo’nun kurduğu bu altyapı sayesinde büyük bir verim artışı sağlayacağı aşikar.. Hatta böyle bir projenin birkaç sene içerisinde kendisini amorti etmesi kesin gözüküyor Çünkü süratli ve kaliteli bir hizmet sonuçta, müşteri memnuniyetinin ve karlılığın artmasına yol açacaktır.
Son dönemde reklam kampanyaları ile ön plana çıkan Yurtiçi Kargo, yaptığı teknolojik yatırımlarla da sektöre yeni bir bakış açısı getiriyor. E.yaşam olarak Yurtiçi Kargo’nun hazırlamakta olduğu altyapısı hakkında bilgi almak için Maslak’taki genel merkezi ziyaret ettik. Burada karşımıza çıkan tablo ise bilgisayar kullanımından öte ciddi bir bilgi işlem ağı ve tüm yurdu kaplayan bir omurganın kurulması üzerine yapılan çalışmalardı.
ARI.net
Türkiye genelinde 700 noktada hizmet veren dev bir kargo firmasının her alanda aynı kalitede iş görebilmesi için önemli yatırımlar gerekiyor ve firmanın ARI.net projesi de bu planın en büyük parçası.
Peki Arı.net tam olarak nasıl bir altyapı?
Arı.net bütün şubelerin on-line hizmet verebilmesi için kurulmuş bir omurga. Bu proje sayesinde merkezi bir sistem üzerinden bütün siparişlerin saniye saniye takibi sağlanabiliyor. Bununla birlikte Yurtiçi Kargo’yu arayan bir müşteriye en hızlı hizmeti götürmek amacıyla Arı.net üzerinden yapılan bağlantıyla en kısa mesafedeki kargo aracı veya kurye, ilgili noktaya ulaşabiliyor. Burada teslim alınan bir kargo ürünü GPRS teknolojisi sayesinde her aşamasında tespit edilebiliyor ve ulaşacağı noktaya ne kadar zamanda, nasıl bir güzergah üzerinden gideceği belirleniyor. Kuryeler ve bayiilerin elindeki PDA’ler sayesinde merkezle iletişim on-line sağlanırken, araçlardaki GPS (küresel uydu takip sistemi) altyapısıyla tatsız süprizler ve yanlış teslimatlar engellenebiliyor. Yurtiçi Kargo’nun kuracağı bu sisteme firmaya bağlı 1500 aracını ve 7600 çalışanını da eklemeyi planlıyor. Kargo sektöründe devrim yaratabilecek düzeyde bir yenilik vaad eden bu projenin, şimdilik 2004 yılının sonunda devreye girmesi hedeflenmiş. Bütün bunların yanında Arı.net’in bir diğer kolaylığı da merkezle doğrudan bağlantı sağlanabildiği için fatura kesimlerinde ve siparişin iletilmesinde çifte işlem yapılmasına gerek bırakmaması ve işlerin daha hızlı yürümesi.
Bilgi Sistem Odası
Yurtiçi Kargo’nun genel merkezinde Arı.net hakkında bilgi alırken, bütün bilgilerin kaydedileceği ve yönlendirmelerin yapılacağı Bilgi sistem odasını da ziyaret etme fırsatımız oldu. Ancak ilerici bir teknoloji ile bezenmiş bu odaya girmemiz pek kolay olmadı. Zira girişte bir dizi güvenlik önlemleri alınmış. Örneğin bilgi işlem katına bağlantıyı sağlayan asansörde sadece o katta çalışan kimselerin yaka kartları çalışıyordu, bunun yanı sıra sistem odasının kapısına gelindiğinde bir başka önlem olarak da retina tarama ünitesi karşımıza çıktı. İnsanı gözünden tanıyan bu ünite izin vermediği sürece odadan içeri girmek mümkün değil. Bilgi işlem müdürü sayesinde odaya girdiğimizde karşımıza gerçek bir “hosting center” çıktı. Son teknoloji routerlar, serverlar ve backup ünitelerinin yanısıra odanın yüzeyi yanmaz kalsiyum sülfat alaşımlı yükseltilmiş döşeme malzemeleri ile dekore edilmiş. Ayrıca olası bir yangın esnasında odaya verilmesi için tasarlanmış gaz üniteleri, yaklaşık 30 saniye içerisinde odadaki bütün oksijeni bitirerek bir faciayı engellemek üzere tasarlanmış. Bütün ayrıntısına kadar hem güvenlik, hem hızlılık, hem de verimli çalışma esasına göre dizayn edilmiş. Kısacası Bilgi Sistem odası, Türkiye’deki bazı bankaların bile sahip olmadığı üstün bir teknolojiye sahip. Tabii bu teknolojinin korunması için bütün önlemler de alınmış.
VoIp
Bilgi sistem odasına yaptığımız etkileyici ziyaretten sonra merkez binası ve arı.net projesi hakkında biraz daha bilgi aldık. Bu esnada Yurtiçi kargo’nun türkiye’de VOIP (internet protokolü aracılığıyla ses) üzerinden iletişim kuran ilk firmalardan biri olduğunu öğrendik. Hatta Yurtiçi Kargo yetkilileri, VOIP altyapısı ile birlikte ilerde bütün şubelerin bu sistem üzerinden görüşmelerini yapması planlıyor. Bu yöntem zaten bütün şirketler için gelecekte önemli bir tasarruf noktası olarak dikkat çekiyor.
Yurtiçi Kargo, daha sonraki etaplarda Arı.net sayesinde şubeler arasında video konferans vasıtasıyla e.learning oturumları gerçekleştirmeyi planlamış. Bu çerçevede kurulacak bağlantılar sayesinde hem anında bilgilendirme, hem de merkez ile doğrudan iletişim sağlanması düşünülüyor. Yani kurum içi iletişimde en son teknoloji kullanımı esas olarak alınmış.
Yaklaşık 7600 çalışanı, 1500 aracı ve 4000 tane de PC’si bulunan bu dev şirketin teknolojik olarak yaptıkları kağıt üzerinde çok pahalı yatırımlar olarak düşünülse de, yurtiçi kargo’nun kurduğu bu altyapı sayesinde büyük bir verim artışı sağlayacağı aşikar.. Hatta böyle bir projenin birkaç sene içerisinde kendisini amorti etmesi kesin gözüküyor Çünkü süratli ve kaliteli bir hizmet sonuçta, müşteri memnuniyetinin ve karlılığın artmasına yol açacaktır.
Şubat 2004 - Bisiklet Üzerine
HAFİF SİKLET ULAŞIM: BİSİKLET
Türkiye’de günlük yaşamımızda göz ardı ettiğimiz bir araç olan bisiklet, aslında dünya üzerinde uzmanlar tarafından insan enerjisini en verimli kullanan taşıt olarak nitelendiriliyor. Ancak bisiklet, bugünkü enerji-verimine, aerodinamisine ve mühendisliğine ulaşmak için uzun ve ilginç bir süreçten geçmiş. Günümüzde ve geçmişte insanlar bisikleti, ulaşım, spor ve eğlence amaçlı kullanmışlar. Eğlence ve spor aracı olsa dahi herkesin bilmesi gereken, aslında bu taşıtın insanlık tarihinin en önemli icatlarından biri olduğudur.
BİSİKLET’İN TARİHİ
Bisiklet, 200 yıl öncesine kadar giden icadından beri birçok değişikliğe uğradı. Başlangıca gidersek, tarihte bisikleti andıran ilk taşıtlar 1790 yılında İngiltere’de ortaya çıktılar, ingilizler bu yeni taşıtlara “hobby horses” ve “celeferies” adını takmışlardı. Ancak bu araçların üzerlerinde ne bir direksiyon ne de bir pedal bulunuyordu. Basit olarak iki tekerlek ve tahta bir gövdeden oluşuyorlardı. Yine de büyük ve şekilsiz olmalarına rağmen insanların yürümesine yardımcı oluyorlardı.
Aslında kayıtlara göre İngiliz modellerinden birkaç yüzyıl önce Da Vinci’nin bir öğrencisinin çizdiği daha ayrıntılı, zincirli ve pedallı bir bisiklet prototipi mevcut ancak bu modelin hem direksiyonu olmadığı için hem de yapımında mantık hataları barındırdığı için pratik olarak kullanımı imkansızdı.
1816 Draisienne
İngilizlerin öncülüğündeki “bisiklet tarihi”ne geri dönersek, bu alanda en büyük keşfin Baron Karl Von Drais tarafından gerçekleştirildiğini görürüz. Heidelberg’te matematik ve mekanik eğitimi gören Von Drais’in bu keşfi bir ön direksiyon mekanizması geliştirmekti. Bu mekanizmayı da o sırada kullanılmakta olan “hobby horse”lara eklemesiyle ortaya yeni bir model çıkıyordu. Aslında Von Drais’in bütün amacı çalıştığı ormanlardaki bozuk yollarda bu direksiyon sayesinde fazla sarsıntı yaşamamaktı. Daha sonraları, bu icadını kullanan bir çalışanı, direksiyon sayesinde yokuş aşağı giderken de bisiklete yön verebildiğini farketti. İşte bu keşif de zaten bisiklet tarihinin dönüm noktası oldu. Von Drais yeni aracına “Draisienne” adını verdi. İcat 1817 yılında Alman gazetelerinde yayınlandı. Bisikletin babası olarak kabul edilen Von Drais’in diğer icatları arasında kıyma makinası ve daktilo da var.
Bisiklette yaşanan bir sonraki devrimsel değişiklik Kirkpatrick Macmillan ismindeki bir İskoç tarafından gerçekleştiriliyordu. 1839 yılında “Draisienne”i bacaklarla ilerletmeyi başaracak ilkel bir pedal geliştiren Macmillan’ın sistemi günümüz pedallarına pek benzemese de önemli bir ilerleme olarak kayda geçiyordu. Yeni dizaynın ismi ise “Velocipede” oluyordu.
Velocipede, 1839
Bundan sonra direksiyonlu ve pedallı ana modelin ışığında aerodinamik olarak birçok değişikliğe maruz kalan bisiklet, genel mantığının dışına pek fazla çıkmadan yıllar içerisinde çok popülerleşti. Özellikle Avrupa’da başlayan bisiklet devrimi, 20. yüzyılda Asya’ya da yayılarak orta gelirli Asyalı’nın bir numaralı ulaşım aracı haline geldi.
Modern Yol Bisikleti
Tabii bazı kaynaklara göre Avrupa’da ortaya çıkmasından yüzyıllar önce Çin’de günümüz bisikletine benzeyen bazı araçlar kullanılıyordu. Ancak şu anda Çin’de kullanılan bisikletlerin prototipi Avrupa kökenli olduğu için temel olarak yine Avrupa alınmalıdır.
21. YÜZYILDA BİSİKLET
Dünyanın en medeni ve zengin coğrafyalarından bir tanesi olarak nitelendirebileceğimiz Avrupa, 21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde hala bisikletten vazgeçmiş değil. Özellikle Hollanda ve Danimarka’da kullanımı yaygın olan bisikletin, önümüzdeki yıllarda da popülaritesini artırması bekleniyor. Örneğin Almanya, son yıllarda yaptığı çalışmalar neticesinde yaklaşık 30 bin kilometrelik bir bisiklet yolu ağı oluşturmayı başardı. Ancak Almanya’nın dörtte biri büyüklüğünde olan Hollanda, bu konuda en büyük yatırımları yapan ülke; 19 bin kilometrelik bisiklet yolunun yanı sıra ülkede 1994 yılından beri yürürlükte olan bisiklet yasası çerçevesinde bu taşıt hükümetler nezdinde destekleniyor. Bunun yanında Belçika devleti, işine otomobil yerine bisikletle giden vatandaşlarına aylık 150 Euro ulaşım yardımı yapıyor. Buradaki amaç hem trafik sorununu azaltmak, hem de ithal edilen petrol tüketimini kısmak. İşte Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bisikleti destekleyen yatırımlardan örnekler. Tabii olaya dünya ekseninde baktğımızda, ülkelerin ulaşım tercihlerini gösteren şu grafiğe göz atmakta yarar var.
Percent of Trips by Travel Mode (all trip purposes)
Country bicycle walking public transit car other
Netherlands 30 18 5 45 2
Denmark 20 21 14 42 3
Germany 12 22 16 49 1
Switzerland 10 29 20 38 1
Sweden 10 39 11 36 4
Austria 9 31 13 39 8
England/Wales 8 12 14 62 4
France 5 30 12 47 6
Italy 5 28 16 42 9
Canada 1 10 14 74 1
United States 1 9 3 84 3
KAYNAK: John Pucher, Transportation Quarterly, 98-1 (from various transport ministries latest avail. year)
Bu tabloya bakınca ABD’nin aslında bisiklet kullanımında ne kadar az pay sahibi olduğu ortaya çıkıyor. Burada aslında kültürel ve geleneksel farklar dikkate alınmalı. Tabii bunun yanında ABD’deki ve Kanada’daki yolculuk mesafelerinin uzunluğu da ayrıca negatif bir faktör olduğu unutulmamalı.
ŞEHİRDE BİSİKLET
Son yüzyılda trafik derdiyle boğuşan metropollerde, bisiklet kullanımı yaygınlaştırılmaya çalışılsa bile, bisikletler için yeterli yollar yapılamaması ve trafikte otomobillerin bisikletler için tehlike teşkil etmesi, bu alışkanlığın yayılmasını engelliyor. Ancak Londra için yapılan bir araştırma, çarpıcı sonuçları gözler önüne seriyor. Buna göre Londra’nın bir ucundan diğer ucuna seyahat, otomobil ile 33 dakika tutarken, bu süre trenle 31 dakikaya, taksiyle de 20 dakikaya düşüyor. Fakat bir bisikletle yapılan aynı yolculuk sadece 18 dakika sürüyor. Bu araştırmanın da gösterdiği gibi büyük şehirlerde bisiklet kullanımı, insanların ulaşacakları mesafeye varmalarında büyük kolaylıklar sağlıyor. İlerde bisiklet kullanımının da artmasıyla, otomobille seyahat sürelerinin de kısalması mantıklı gözüküyor.
KEŞFETMENİN KEYFİ
Bisikletin ekonomik katkısı veya şehirlerdeki verimli kullanımı bu aracı tanımlamaya kesinlikle yetmez. Çünkü bahsettiğimiz iki tekerlekli bir dünyadır. Ayaklarımızla ulaşabileceğimiz her yere kah bisiklet üstünde kah bisiklet sırtımızda ulaşabiliriz. Son yıllarda gittikçe hafifleşen ve 4-5 kiloya kadar düşen modeller sayesinde zaten bir bisikleti taşımak eskisi gibi bir eziyet olmaktan çıkıverdi. Gençlik yıllarında herkesin hayalinde bir bisiklet macerası yatardı, kimisi Hindistan’a kadar bisikletle gitmek ister, kimisi de dik bir kayalıktan aşağı tam hızla iniş yapmanın hayalini kurardı. Ancak nedense ülkemizde bisiklet hayalleri, yaşlar 16-17’ye geldikten sonra yerini otomobil ve motorsikletlere bırakıyor. Bu yıllardan sonra bisikletler çocukluğumuzun romantik dostları olarak depodaki yerlerini alıyorlar. Oysa bir otomobil sahibi olduktan sonra bile bisiklet kullanmak mümkündür. Sadece keyif ve spor amaçlı değil ancak ulaşım araçlı bisiklet kullanımı zaten ülkemizde çok düşük seviyelerde geziyor. Ancak yine de gelişen kent bilinciyle beraber bisiklet “teenager”ların tekelinden çıkacaktır ileriki yıllarda...
TOUR DE FRANCE
Bisikleti bir spor olarak düşününce akla gelen ilk organizasyon, dünyada en çok seyirci çeken spor olaylarından bir tanesi olan Fransa Bisiklet Turu, orijinal ve fiyakalı ismiyle “Tour De France”.
KURALLAR VE KISA TARİHÇE
Fransa Bisiklet Turuna katılan sürücüler ve takımlar, aşağıdaki beş klasmanda yarıştılar:
1. Bireysel Zaman Klasmanı
2. Bireysel Puan Klasmanı
3. Bireysel En İyi Tırmanıcı Klasmanı
4. Genç Sürücüler Klasmanı
5. Takım Zamanı Klasmanı
6. En Mücadeleci Sürücü Klasmanı
1. Bireysel Zaman Klasmanı
Sonuçları, her sürücünün 20 etapta elde ettiği zamanların toplanması ile belirleniyor. Alınan cezalar ve kazanılan zaman ödülleri, toplam zamanın hesaplanmasında dikkate alınıyor. Bu klasmanda lider olan sürücü, Sarı Formayla ödüllendiriliyor.
Ödül formanın sarı renkte seçilmesinin nedeni, Fransa Turu'nun yaratıcısı ve organizatörü L'Auto gazetesinin sarı renk sayfalara basılmasıydı. Günümüzde "Société du Tour de France" adlı kuruluş tarafından organize edilen Fransa Turu'nun ilki, 1903'te L'Auto gazetesinin direktörü ve editörü Henri Desgrange'ın girişimleri ile gerçekleşti. İlk kez 1919'da başlatılan sarı forma uygulaması, bir gazetecinin, o zamanki tur yönetimine, lider sürücünün pelotonda gözle daha kolay seçilebilmesi için istekte bulunmasının ardından başladı. Fransa Turu tarihindeki ilk sarı formayı, 19 Temmuz 1919 sabahı, Grenoble etabı öncesi, Fransız Eugene Christophe almıştı.
2. Bireysel Puan Klasmanı
Sonuçları, her sürücünün etap sonunda elde ettiği bireysel puanların toplanması ile belirleniyor. Zaman cezaları ve etapların özelliklerine göre belirlenmiş puanlama sistematiği dikkate alınıyor. Sürücülerin düz etaplardan, inişli-çıkışlı etaplardan ve dağ etaplarından kazandıkları puanlar farklı farklıdır. 1953 yılında tur direktörleri, bu klasmandaki lider sürücüyü yeşil forma ile ödüllendirerek fark edilir hale getirmeye karar verdiler. Yeşil formayı kazanan ilk sürücü İsviçreli Fritz Schär olmdu. Ancak Schär, 1953'teki ilk etap sonunda sarı forma giymeye de hak kazandığı için, yeşil formayı üzerine ilk geçiren, ilk etabın ikincisi Hollandalı Wout Wagtmans'tır. 1905-12 arasında Fransa Turu galipleri, aldıkları puanlara göre belirlenmekteydi. Etapları bitirdikleri sıraya göre puanlandırılan yarışmacılardan (birinci 1, ikinci 2 puan vs.) tur sonunda en düşük puana sahip sürücü yarışmayı kazanıyordu. Daha sonra bundan vazgeçildi. 1953-58 döneminde de benzer bir sistem, bireysel puan klasmanı hesaplamaları için kullanıldı.
3. Bireysel En İyi Tırmanıcı Klasmanı
Sonuçları, tüm dağ ve tepe etaplarında kazanılan puanların toplanması ile belirleniyor. Puanlama sistematiğinde, etaplarda tırmanılan dağ ve tepe eğimlerinin zorluk dereceleri de göz önüne alınıyor. Kırmızı benekli "Dağların Kralı" forması ilk kez 1975'te ortaya çıkmış ve bu formayı ilk giyen Hollandalı Joop Zoetemelk olmuştur.
4. Genç Sürücüler Klasmanı
25 yaş altı sürücüler için geçerli. Bu klasmanının şartlarına uyan ve bireysel zaman klasmanının sonuçlarına göre en üst sırada bulunan yarışmacı, günlük etapların sonunda genç sürücüler klasmanının günlük lideri, final etabın sonunda ise bu klasmanı kazanan yarışmacı olur. Genç sürücüler ile ilgili ilk uygulama 1975'te yapıldı ve beyaz forma ödülünü ilk kazanan, İtalyan yıldız Francesco Moser oldu. 1983'ten 1986'ya kadar bu klasman, Fransa Turu'na ilk kez katılan sürücülere açıktı. 1987 yılında, şimdiki şekliyle uygulanmaya başlandı. 1997'den bu yana da, 1995 Fransa Turu sırasında hayatını kaybeden İtalyan sürücü Fabio Casartelli anısına veriliyor.
5. Takım Zamanı Klasmanı
Sonuçları, tüm etaplar için her takımın en iyi üç bireysel zamanlarının toplanmasıyla belirleniyor.
6. En Mücadeleci Sürücü Klasmanı
Burada ödül, tur sırasında en fazla çaba harcayan ve sportmenlik sergileyen sürücüye veriliyor. Organizasyon yönetimi tarafından oluşturulan jüri heyetinin düz yol etapları sırasında verdiği puanlar, bu klasmanın galibini belirliyor. Bu ödülü kazanan yarışmacının giyeceği özel bir forma yok. Ancak kırmızı fon üzerinde yer alan beyaz yarışma numarası, bu sürücüyü diğerlerinden ayırır. Diğer yarışmacıların numaraları beyaz fon üzeride siyah renktedir.
İşte ünlü “Tour De France”ın izlediği yarış rotası :
KAYNAKLAR:
• http://www.letour.fr/2004/presentationus/parcours.html
• Birth of the Bicycle. [Online] Available.
• http://www.cycle-info.or.jp/english/LEARN/chistory.html, March 7, 1999
• Cycling History. [Online] Available http://www.pedalinghistory.com, February 25, 1999.
• http://www.bikereader.com/
• http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2003/07/28/yazidizi/yazidizi2.html
Türkiye’de günlük yaşamımızda göz ardı ettiğimiz bir araç olan bisiklet, aslında dünya üzerinde uzmanlar tarafından insan enerjisini en verimli kullanan taşıt olarak nitelendiriliyor. Ancak bisiklet, bugünkü enerji-verimine, aerodinamisine ve mühendisliğine ulaşmak için uzun ve ilginç bir süreçten geçmiş. Günümüzde ve geçmişte insanlar bisikleti, ulaşım, spor ve eğlence amaçlı kullanmışlar. Eğlence ve spor aracı olsa dahi herkesin bilmesi gereken, aslında bu taşıtın insanlık tarihinin en önemli icatlarından biri olduğudur.
BİSİKLET’İN TARİHİ
Bisiklet, 200 yıl öncesine kadar giden icadından beri birçok değişikliğe uğradı. Başlangıca gidersek, tarihte bisikleti andıran ilk taşıtlar 1790 yılında İngiltere’de ortaya çıktılar, ingilizler bu yeni taşıtlara “hobby horses” ve “celeferies” adını takmışlardı. Ancak bu araçların üzerlerinde ne bir direksiyon ne de bir pedal bulunuyordu. Basit olarak iki tekerlek ve tahta bir gövdeden oluşuyorlardı. Yine de büyük ve şekilsiz olmalarına rağmen insanların yürümesine yardımcı oluyorlardı.
Aslında kayıtlara göre İngiliz modellerinden birkaç yüzyıl önce Da Vinci’nin bir öğrencisinin çizdiği daha ayrıntılı, zincirli ve pedallı bir bisiklet prototipi mevcut ancak bu modelin hem direksiyonu olmadığı için hem de yapımında mantık hataları barındırdığı için pratik olarak kullanımı imkansızdı.
1816 Draisienne
İngilizlerin öncülüğündeki “bisiklet tarihi”ne geri dönersek, bu alanda en büyük keşfin Baron Karl Von Drais tarafından gerçekleştirildiğini görürüz. Heidelberg’te matematik ve mekanik eğitimi gören Von Drais’in bu keşfi bir ön direksiyon mekanizması geliştirmekti. Bu mekanizmayı da o sırada kullanılmakta olan “hobby horse”lara eklemesiyle ortaya yeni bir model çıkıyordu. Aslında Von Drais’in bütün amacı çalıştığı ormanlardaki bozuk yollarda bu direksiyon sayesinde fazla sarsıntı yaşamamaktı. Daha sonraları, bu icadını kullanan bir çalışanı, direksiyon sayesinde yokuş aşağı giderken de bisiklete yön verebildiğini farketti. İşte bu keşif de zaten bisiklet tarihinin dönüm noktası oldu. Von Drais yeni aracına “Draisienne” adını verdi. İcat 1817 yılında Alman gazetelerinde yayınlandı. Bisikletin babası olarak kabul edilen Von Drais’in diğer icatları arasında kıyma makinası ve daktilo da var.
Bisiklette yaşanan bir sonraki devrimsel değişiklik Kirkpatrick Macmillan ismindeki bir İskoç tarafından gerçekleştiriliyordu. 1839 yılında “Draisienne”i bacaklarla ilerletmeyi başaracak ilkel bir pedal geliştiren Macmillan’ın sistemi günümüz pedallarına pek benzemese de önemli bir ilerleme olarak kayda geçiyordu. Yeni dizaynın ismi ise “Velocipede” oluyordu.
Velocipede, 1839
Bundan sonra direksiyonlu ve pedallı ana modelin ışığında aerodinamik olarak birçok değişikliğe maruz kalan bisiklet, genel mantığının dışına pek fazla çıkmadan yıllar içerisinde çok popülerleşti. Özellikle Avrupa’da başlayan bisiklet devrimi, 20. yüzyılda Asya’ya da yayılarak orta gelirli Asyalı’nın bir numaralı ulaşım aracı haline geldi.
Modern Yol Bisikleti
Tabii bazı kaynaklara göre Avrupa’da ortaya çıkmasından yüzyıllar önce Çin’de günümüz bisikletine benzeyen bazı araçlar kullanılıyordu. Ancak şu anda Çin’de kullanılan bisikletlerin prototipi Avrupa kökenli olduğu için temel olarak yine Avrupa alınmalıdır.
21. YÜZYILDA BİSİKLET
Dünyanın en medeni ve zengin coğrafyalarından bir tanesi olarak nitelendirebileceğimiz Avrupa, 21. yüzyıla girdiğimiz şu günlerde hala bisikletten vazgeçmiş değil. Özellikle Hollanda ve Danimarka’da kullanımı yaygın olan bisikletin, önümüzdeki yıllarda da popülaritesini artırması bekleniyor. Örneğin Almanya, son yıllarda yaptığı çalışmalar neticesinde yaklaşık 30 bin kilometrelik bir bisiklet yolu ağı oluşturmayı başardı. Ancak Almanya’nın dörtte biri büyüklüğünde olan Hollanda, bu konuda en büyük yatırımları yapan ülke; 19 bin kilometrelik bisiklet yolunun yanı sıra ülkede 1994 yılından beri yürürlükte olan bisiklet yasası çerçevesinde bu taşıt hükümetler nezdinde destekleniyor. Bunun yanında Belçika devleti, işine otomobil yerine bisikletle giden vatandaşlarına aylık 150 Euro ulaşım yardımı yapıyor. Buradaki amaç hem trafik sorununu azaltmak, hem de ithal edilen petrol tüketimini kısmak. İşte Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bisikleti destekleyen yatırımlardan örnekler. Tabii olaya dünya ekseninde baktğımızda, ülkelerin ulaşım tercihlerini gösteren şu grafiğe göz atmakta yarar var.
Percent of Trips by Travel Mode (all trip purposes)
Country bicycle walking public transit car other
Netherlands 30 18 5 45 2
Denmark 20 21 14 42 3
Germany 12 22 16 49 1
Switzerland 10 29 20 38 1
Sweden 10 39 11 36 4
Austria 9 31 13 39 8
England/Wales 8 12 14 62 4
France 5 30 12 47 6
Italy 5 28 16 42 9
Canada 1 10 14 74 1
United States 1 9 3 84 3
KAYNAK: John Pucher, Transportation Quarterly, 98-1 (from various transport ministries latest avail. year)
Bu tabloya bakınca ABD’nin aslında bisiklet kullanımında ne kadar az pay sahibi olduğu ortaya çıkıyor. Burada aslında kültürel ve geleneksel farklar dikkate alınmalı. Tabii bunun yanında ABD’deki ve Kanada’daki yolculuk mesafelerinin uzunluğu da ayrıca negatif bir faktör olduğu unutulmamalı.
ŞEHİRDE BİSİKLET
Son yüzyılda trafik derdiyle boğuşan metropollerde, bisiklet kullanımı yaygınlaştırılmaya çalışılsa bile, bisikletler için yeterli yollar yapılamaması ve trafikte otomobillerin bisikletler için tehlike teşkil etmesi, bu alışkanlığın yayılmasını engelliyor. Ancak Londra için yapılan bir araştırma, çarpıcı sonuçları gözler önüne seriyor. Buna göre Londra’nın bir ucundan diğer ucuna seyahat, otomobil ile 33 dakika tutarken, bu süre trenle 31 dakikaya, taksiyle de 20 dakikaya düşüyor. Fakat bir bisikletle yapılan aynı yolculuk sadece 18 dakika sürüyor. Bu araştırmanın da gösterdiği gibi büyük şehirlerde bisiklet kullanımı, insanların ulaşacakları mesafeye varmalarında büyük kolaylıklar sağlıyor. İlerde bisiklet kullanımının da artmasıyla, otomobille seyahat sürelerinin de kısalması mantıklı gözüküyor.
KEŞFETMENİN KEYFİ
Bisikletin ekonomik katkısı veya şehirlerdeki verimli kullanımı bu aracı tanımlamaya kesinlikle yetmez. Çünkü bahsettiğimiz iki tekerlekli bir dünyadır. Ayaklarımızla ulaşabileceğimiz her yere kah bisiklet üstünde kah bisiklet sırtımızda ulaşabiliriz. Son yıllarda gittikçe hafifleşen ve 4-5 kiloya kadar düşen modeller sayesinde zaten bir bisikleti taşımak eskisi gibi bir eziyet olmaktan çıkıverdi. Gençlik yıllarında herkesin hayalinde bir bisiklet macerası yatardı, kimisi Hindistan’a kadar bisikletle gitmek ister, kimisi de dik bir kayalıktan aşağı tam hızla iniş yapmanın hayalini kurardı. Ancak nedense ülkemizde bisiklet hayalleri, yaşlar 16-17’ye geldikten sonra yerini otomobil ve motorsikletlere bırakıyor. Bu yıllardan sonra bisikletler çocukluğumuzun romantik dostları olarak depodaki yerlerini alıyorlar. Oysa bir otomobil sahibi olduktan sonra bile bisiklet kullanmak mümkündür. Sadece keyif ve spor amaçlı değil ancak ulaşım araçlı bisiklet kullanımı zaten ülkemizde çok düşük seviyelerde geziyor. Ancak yine de gelişen kent bilinciyle beraber bisiklet “teenager”ların tekelinden çıkacaktır ileriki yıllarda...
TOUR DE FRANCE
Bisikleti bir spor olarak düşününce akla gelen ilk organizasyon, dünyada en çok seyirci çeken spor olaylarından bir tanesi olan Fransa Bisiklet Turu, orijinal ve fiyakalı ismiyle “Tour De France”.
KURALLAR VE KISA TARİHÇE
Fransa Bisiklet Turuna katılan sürücüler ve takımlar, aşağıdaki beş klasmanda yarıştılar:
1. Bireysel Zaman Klasmanı
2. Bireysel Puan Klasmanı
3. Bireysel En İyi Tırmanıcı Klasmanı
4. Genç Sürücüler Klasmanı
5. Takım Zamanı Klasmanı
6. En Mücadeleci Sürücü Klasmanı
1. Bireysel Zaman Klasmanı
Sonuçları, her sürücünün 20 etapta elde ettiği zamanların toplanması ile belirleniyor. Alınan cezalar ve kazanılan zaman ödülleri, toplam zamanın hesaplanmasında dikkate alınıyor. Bu klasmanda lider olan sürücü, Sarı Formayla ödüllendiriliyor.
Ödül formanın sarı renkte seçilmesinin nedeni, Fransa Turu'nun yaratıcısı ve organizatörü L'Auto gazetesinin sarı renk sayfalara basılmasıydı. Günümüzde "Société du Tour de France" adlı kuruluş tarafından organize edilen Fransa Turu'nun ilki, 1903'te L'Auto gazetesinin direktörü ve editörü Henri Desgrange'ın girişimleri ile gerçekleşti. İlk kez 1919'da başlatılan sarı forma uygulaması, bir gazetecinin, o zamanki tur yönetimine, lider sürücünün pelotonda gözle daha kolay seçilebilmesi için istekte bulunmasının ardından başladı. Fransa Turu tarihindeki ilk sarı formayı, 19 Temmuz 1919 sabahı, Grenoble etabı öncesi, Fransız Eugene Christophe almıştı.
2. Bireysel Puan Klasmanı
Sonuçları, her sürücünün etap sonunda elde ettiği bireysel puanların toplanması ile belirleniyor. Zaman cezaları ve etapların özelliklerine göre belirlenmiş puanlama sistematiği dikkate alınıyor. Sürücülerin düz etaplardan, inişli-çıkışlı etaplardan ve dağ etaplarından kazandıkları puanlar farklı farklıdır. 1953 yılında tur direktörleri, bu klasmandaki lider sürücüyü yeşil forma ile ödüllendirerek fark edilir hale getirmeye karar verdiler. Yeşil formayı kazanan ilk sürücü İsviçreli Fritz Schär olmdu. Ancak Schär, 1953'teki ilk etap sonunda sarı forma giymeye de hak kazandığı için, yeşil formayı üzerine ilk geçiren, ilk etabın ikincisi Hollandalı Wout Wagtmans'tır. 1905-12 arasında Fransa Turu galipleri, aldıkları puanlara göre belirlenmekteydi. Etapları bitirdikleri sıraya göre puanlandırılan yarışmacılardan (birinci 1, ikinci 2 puan vs.) tur sonunda en düşük puana sahip sürücü yarışmayı kazanıyordu. Daha sonra bundan vazgeçildi. 1953-58 döneminde de benzer bir sistem, bireysel puan klasmanı hesaplamaları için kullanıldı.
3. Bireysel En İyi Tırmanıcı Klasmanı
Sonuçları, tüm dağ ve tepe etaplarında kazanılan puanların toplanması ile belirleniyor. Puanlama sistematiğinde, etaplarda tırmanılan dağ ve tepe eğimlerinin zorluk dereceleri de göz önüne alınıyor. Kırmızı benekli "Dağların Kralı" forması ilk kez 1975'te ortaya çıkmış ve bu formayı ilk giyen Hollandalı Joop Zoetemelk olmuştur.
4. Genç Sürücüler Klasmanı
25 yaş altı sürücüler için geçerli. Bu klasmanının şartlarına uyan ve bireysel zaman klasmanının sonuçlarına göre en üst sırada bulunan yarışmacı, günlük etapların sonunda genç sürücüler klasmanının günlük lideri, final etabın sonunda ise bu klasmanı kazanan yarışmacı olur. Genç sürücüler ile ilgili ilk uygulama 1975'te yapıldı ve beyaz forma ödülünü ilk kazanan, İtalyan yıldız Francesco Moser oldu. 1983'ten 1986'ya kadar bu klasman, Fransa Turu'na ilk kez katılan sürücülere açıktı. 1987 yılında, şimdiki şekliyle uygulanmaya başlandı. 1997'den bu yana da, 1995 Fransa Turu sırasında hayatını kaybeden İtalyan sürücü Fabio Casartelli anısına veriliyor.
5. Takım Zamanı Klasmanı
Sonuçları, tüm etaplar için her takımın en iyi üç bireysel zamanlarının toplanmasıyla belirleniyor.
6. En Mücadeleci Sürücü Klasmanı
Burada ödül, tur sırasında en fazla çaba harcayan ve sportmenlik sergileyen sürücüye veriliyor. Organizasyon yönetimi tarafından oluşturulan jüri heyetinin düz yol etapları sırasında verdiği puanlar, bu klasmanın galibini belirliyor. Bu ödülü kazanan yarışmacının giyeceği özel bir forma yok. Ancak kırmızı fon üzerinde yer alan beyaz yarışma numarası, bu sürücüyü diğerlerinden ayırır. Diğer yarışmacıların numaraları beyaz fon üzeride siyah renktedir.
İşte ünlü “Tour De France”ın izlediği yarış rotası :
KAYNAKLAR:
• http://www.letour.fr/2004/presentationus/parcours.html
• Birth of the Bicycle. [Online] Available.
• http://www.cycle-info.or.jp/english/LEARN/chistory.html, March 7, 1999
• Cycling History. [Online] Available http://www.pedalinghistory.com, February 25, 1999.
• http://www.bikereader.com/
• http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2003/07/28/yazidizi/yazidizi2.html
Subscribe to:
Posts (Atom)